Yarabıçak: Bellek, İhlal ve İnfaz!
Ertekin Akpınar
–Çıktığınız yokuşun sonunda zafer değil uçurum var…
–Nereden biliyorsun?
–Çok öfkelisiniz. Belli ki acınız ağır.[s. 95-96]
Çok bilindik bir laftır, “Bu ülke ya insanı yola getirir ya da yoldan çıkarır.” Resmi tarih yola giren insanların hikâyelerini anlatmayı her zaman kendine -nedense- bir görev olarak görür. Hataları yoktur onların! Tek doğrularıyla yaşarlar ve ona tapınıp dururlar. Yalan[larıyla] bir dünya kurarlar ve orada yaşarlar. Bir hayat okuması yapamadıkları için “görme/gör-e-meme” konusundaki beceriksizlikleriyle,kaba akıllarıyla yaşadıkları dünyaya tutunmaya çalışırlar ve hayatlarına öyle devam ederler. Körlük değil, kaba akıl böyledir. Mediokrasi denen şey tam olarak budur.
Bu ülkenin -kendi kendine- affetme, görmezden gelme kontenjanının kimlere nasıl ayrıldığını da görünce işte o dünyalardan/hayatlardan nefret ettim: Ülkenin darbeci faşist generallerinden, işkenceci polislerinden, aşağılık tecavüzcülerinden, siyasi cinayet işlemiş katillerinden… Yaz yaz bitmez; bitmiyor çünkü. Onları bağışlayan resmi tarihin ve siyasilerin bunu “vatan” görevi bilip nutuk atmalarından da fazlasıyla sıkıldım. Bu ülkeyi böyle böyle büyük bir tımarhaneye çevirdiler işte. Milyonlarca insanın zihni, böyle yaparak betonlaştırıldı. Oysa yazar olmanın/olabilmenin edeb’liği, okur olmanın/olabilmenin has’lığı hayatımıza/hayatlarımızda daha bir anlam’laşabilirdi.
Anlam taşıyabilirdi.
Susan Sontag, “kopya/kopyanın kopyası” dediği şey ile Tanpınar’ın “yaşamın kompartımanlaşması” işte böylesine bir sıradanlaşmayı uzun uzun anlatır. Tabii, anlayana…
Dil’in Restorasyonundan, Dil’in Seremonisine Doğru:
Çaresizlikten Çıkışsızlığa Bir Yol Ya Da İz[i] Sürmek
Şüphesiz sözcükler hayatı değiştirmiyor, düzenliyor sadece. Oysa sözcüklere sadık kalan, onlarla yaşayan insanlar [yazar/okur/okuryazar] bir hayatın nasıl değiştirileceğini de bilmeli, değil mi?
Modern hayat[ın] kurguları, özne olan birey’in gündelik hayatını daha da karmaşık/kaotik bir dünya haline doğru getirdiğinde Walter Benjamin buna, “öznenin kadersizlik paydası” adını vermişti. Ve bu paydanın gelecekte, dil anlamında bir kakofoniye dönüşeceğinin işaretlerine vurgu yapmıştı. Umberto Eco, yıllar sonra Açık Yapıt adlı kitabının kısa bir bölümünde bu paydanın üzerinden geçerken şu tespiti yapar: “Bütünlüğü yansıtmak yazarın birinci görevi değildir. Tıpkı bütünlüğü anlamak okurun birincil ödevi olmayacağı gibi…”
Eco, Benjamin’in kavramını hiçbir tartışmaya yol açmadan açıklamaya çalışır. Açıklarda. Böylesine şık etik ve estetik hamle’leri her zaman zihin açıcı bulmuşumdur. Söylemi kapatan bir dil’i değil, söylemi açan bir dil’i konuşmak ve bunun için çaba harcamak. Bu, “mümkün” mü? Şüphesiz mümkün. Peki, mümkünse ne kadar “mümkün”, değilse neden “mümkün”değil? Geliniz bu nokta’yı tartışmaya açan bir kitabın sayfalarını çevirelim: Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları.
Yazımın ekseni, tamamen kitapla konuşma/konuşabilme isteğinden kaynaklandığı için kitabı anlatmak ve tanıtmak kaygısını taşımıyor. Neden taşımıyor? Şundan: Yarabıçak’ı anlatma/aktarmaya çalışmaya, kitabın dünyasını tanımlamaya girişirsem yazarın tuzaklarına düşeceğimi biliyorum. Neden? Çünkü,Yarabıçakbildiğimiz/okunan/okuduğumuz veya okur olarak karşılaştığımız/karşılaşabileceğimiz türden bir metin değil.Peki, ne?
Dil’in restorasyonunu tam da bu aralıkta anlatmaya çalışayım: Ömer Faruk, Yarabıçak’ta, öncelikle yazının değil, dil’in etik ve estetik alanından çok,dil’in restorasyonu ve seremonisiyle uğraşıyor da ondan. İki kavramla da boğuşuyor; dil ile uzlaşmayı değil onunla hesaplaşmanın/hesaplaşabilmenin üslubunu arıyor.
Kitabı okursanız/okuduysanız, yazarın satır aralarındaki dil’in, gidiş ve gelişlerinin kendi ekseninin dışında “derin bir kuyu kazma” emekçiliği içerdiğini görürsünüz. Okur içinse bu durum tam tersi olabilir: Tuzaklarla dolu bir metinde, sizi [okuyucuyu] her hamlesinde, içten içe bir dil işçisi olmaya çağırıyor. Neden çağıyor peki? Uzun yanıtı, kısa cümleyle kapatayım: Katla-nıla-nabilir bir dünya yok da ondan!
Kitap boyunca -dikkatli- okurun bile ıskalaya[maya]cağı bir kurgu düzeni var. Her bölüm’ün -ve o bölüme bağlanan diğer bir bölümün ve diğer bölümün- kendi yapısı, dil’in kendi restorasyonu içinde kendisiyle konuşma isteği ve kendi iç tutarlılığı var. Issızlığı da var. Bir okur için tuzak veya tuzaklarla dolu metnin anlamı tam da budur: Restorasyondan seremoniye dönen dil aynı zamanda, çaresizlikten çıkışsızlığa doğru yol alır. İyi bir okur için tuzaklar dolu bir metin [bir dil] eğlenceli olduğu kadar da meşakkatlidir de. RolandBarthes’ın, “Çözemediğimiz bir metnin kurgusunu anlama çabası, metnin çözülmeye başladığı yerdir” dediği de işte böyle bir şeydir.
Kitaptan örnek mi istiyorsunuz? Hemen Devrimci Mister Fa’yıgösterebilirim. Bu ülkede yaşanan bütün ahlaksızlıklardan korunmak, o ahlaksızlıkların kendisini çıldırtmaması için dil yerine enstrümanına sarıldığını görüyoruz. Görünür olanı, ama Mister Fa’nın derdi[nin] görünür olmanın/olabilmenin dışındaki arayışı aslında başka bir enstrüman! Kısacası çaresizliğin çıkışsızlığı! Mister Fa’nın, kendi dil’indeki çaresizliği yine kendi bedeninde bir enstrümanla seremoniye dönüşüyor. Nasıl mı? Şöyle: “Ron Carter gibi çalmayı ister.” [s. 60] Ama çalamaz! O çıkışsızlıkta iz sürer. Tıpkı, kitabın yazarı gibi…
Bu yazının girişinden yola çıkarak, kitabın özelinde şunu söylemek farz oldu: Ömer Faruk’un, Yarabıçak’ta bulunan karakterleri, bu ülkenin hiçbir zaman yola getiremediği ayrıksı karakterlerdir. [Boğaz’ın kenarında/sinema salonunda film izlemek için gelen iki devrimcinin yıllar sonra karşılaşması vs. vs.] Hayatın yola getiremediği insanların yolculuklarını/hikâyelerini yazmak zordur. Yazar, bu zor yolculuğa soyunmuş. Mutsuzluğun, bir “dert” olacağına kafa patlatmış. Tıpkı, Neşet Ertaş gibi!
Yazarın kullandığı dil, söz’ün temsili ifadesinden, durum’un, fiili ifadesine doğru evrilir –ki güçlü bir ifadesi vardır. (Dilrestorasyonu buradan başlayıp, ifadenin temsiline, oradan da o ifadenin görünür olmasının ötesine doğru yola çıkar.) O da, çaresizliğin çıkışsızlığıdır. Nasıl ki Mister Fa, bir “mevzi” oluşturmuş o “mevzi”de duruyorsa, o “menzil” de aslında bulacağının yol’unu kendi’si açacaktır. İşte, restorasyon o “mevzi”de başlıyor, “menzil”e ulaştığında da yeni bir çaresizlikle karşılaşıyor.
Yarabıçak, iz sürmenin/sürdürebilmenin -tıpkı AndreyTarkovski’nin, Stallker’ı gibi- erdem ve sabrın dil düzeyindeolanaklarını tartışmaya açar. O tartışma, arayışı da beraberinde getirecektir.
İyilerin Iskalanmış Hayatları; Belleğin Kanaması
Kendimizi kendi ellerimizle ruhsal açıdan sakatladık.
Ne Itri’nin ne de Bach’ın zafer denizinde kulaç atabiliyoruz.(s. 105)
Devam edeyim; Yarabıçak’ıokuduğunuz zaman göreceksiniz ki, kitap kolay anlatılacak bir metin değil. Kitabı okurken beni sarsan en güçlü duygu şu oldu: Yazarın, dil düzeyinde restorasyon ve seremonisinin arka planının olması: Dünyayı hüzünlü ve hayatı duygulu bir biçimde kavrama isteği. Ya da insanlığın ortak öz’üne temas etmiş olması. İşte bu duygu, günümüzde çok nadir bulunuyor.
Zeki bir kurgunun varlığı, parçaların/fragmanların/hikâyelerin/durumların/ olguların/an’ların/hayatın/varlığın/özne’nin parçalanmasının değil paramparça olmasının/dipten gelen müziğin akıcılığı ve -ortak-anlam üretmeleriYarabıçak’ın belleğinin sürekli kanayan bir yara olduğunu gösteriyor. Evet, bellek; yazarın belleği sürekli kanayan bir yara… BIÇAK, YARA AÇMAKTAN BAŞKA NE İŞE YARAR Kİ? [Demeyin, açıyor işte…] Bellek, kendi kuyusunu kazmaktan başka ne işe yaramıştır? [Demeyin, yarıyor işte…] Sonuçta kitabın dünyası ve yazarın dil’i işte bu iki derin kuyu’nun içinde geçiyor.
Ömer Faruk’un yalın edebi dil’i, yazının başında söz ettiğim Benjamin’in, “kadersizlik paydası”ndanEco’nun, “söylemi açan dil”e doğru evrilmesinde kanayan bir belleğin anlamı/rolü/etkisi büyük. Yazarın, bellek yolcuğunun ekseninde çok fazla istasyon var.
Yarabıçak, tek bir okunuşta anlaşılacak/yorumlanacak ve üzerine konuşulacak bir metin değil. Nedeni de şu: Dinlenmiş ve damıtılmış bir metin var karşımızda. İlk okuduğumda büyük bir heyecan duydum. Bir daha okudum, bir daha… Okumam hâlâ devam ediyor, edecek de… (Katmanlı bir kurgusu var kitabın, tıpkı AndreiTarkovski filmleri gibi…)
Kurgunun sahiciliğinden dil’e geleyim; dil, kendi bütünlüğü içerisinde müthiş bir“şahsi üslup”u barındırıyor.
Çok katmanlı, farklı okuma alanları açan, metnin kendi kendini üreten/çoğaltan bir belleği var bu kitapta. Hiç şüphesiz kitabın girişinde Şükrü Argın’ın yazısı fazlasıyla zihin açıcı bir perspektifte duruyor. Belleğin, unutuşa karşı duruşunu anımsatan/anlatan Argın’ın yazısı, Yarabıçak’a, dolayısıyla Ömer Faruk’un “bellek dünyası”na eşlik etmesinin yanında, O’na müthiş bir biçimde senkronize olmuş durumda.
Iskalanmış Hayat!
Bir Hesaplaş[a]ma[ma] İmkânı Olarak: İhlal
Edebiyatçı, iç kanamaların sesini de aktarır.(s. 170)
Martin Scorcese, filmlerinde izleyiciye kısaca şunu söylemek ister: “Sinema alanında oyunu kendi kurallarımla oynarım. Hayat, senin bildiğin gibi değil. Bunu sana şimdi anlatacağım.” İzleyicisini veya okurunu (sinema aynı zamanda okunan da bir eylemdir) önce sersemletme, sonrasında da nakavt etme üzerine bir tasarım yapan bir yönetmendir Scorcese. Yaptığı tasarımı ve sonrasındaki uygulamayı iki kişilik bir planlamanın eksenine oturtur. İzleyen/izleten=okuyan/okutan… Sıradanlaşan, aynı’laşmanın içinde birçok sanat eskizinin [eserinin değil] hayatı açıklamakta yetersiz olduğunu gördüğümde her defasında bu örneği veriyorum. Böyle bir sürecin en temel sorunu şudur: gündelik hayatın gerisinde kalmak. Yarabıçak’ın, kıymeti burada devreye giriyor:[… nesnelere bağımlı yalan bir hayata razı olup kendimi kandırarak yaşasam daha mı iyi?s. 48]
Klasik anlamda söylemiyorum, dil ve kurgu kendi içinde bir sahiciliği barındırmazsa ihlal başlamıştır. Her acının ağrıya, her yüz’ün, yük’e dönüşümü hesaplaşma/hesaplaşamama imkânı olarak ihlal etmenin sınırlarında gezinir.
Ömer Faruk, yüzlerin, yüzlerimizin sadece hayatını değil, coğrafyasını da çiziyor. Yazının imkânını, dil’in olanaklarını ve imkânlarını kullanarak yapıyor bunu. Hatta ve hatta dip’lerin arasındaki kopukluğu anlatarak, “entelektüel şiddet”i[s.36] uygulayarak… [Sahi, Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanını kaç kişi okudu? “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer” cümlesiyle başlayan kitapta, yazgısını başkalarının inisiyatifine bırakarak ihlal’e uğramış bir kahramanın hayatla hesaplaş-a-mamasının tezahürleri üzerine ne kadar kafa yorabildik, ne kadar kafa patlatabildik ki?]
Seremoni’den, İnfaz’a…
Bulunduğumuz az sayıdaki mutlu anlardan biri olsa gerek.
İkimizde “bu an” biraz daha sürsün istiyorduk. Ama birazdan biteceğini biliyorduk.[s. 87]
Vaktiyle Gaziantep’te yaşarken, “mırra” kahvesini keşfetmiştim. Bilenler bilir, onlarca ibrikte damıtılarak, büyük emek harcanarak hazırlanan o acı kahve bir defada içilir. Usul, böyledir. O, usul’ün seremonisi başlı başına görkemlidir. İnceliklidir de.
Her yazar, -farkında olmasa bile- kendini bir noktadan sonra söz celladına dönüştürür. Zaman zaman farkında olmasa da, usul ve üslubunun yol’u seremoniden geçerek infaza doğru gider. Yarabıçak, bu noktalarda fazlasıyla iç/dış göndermeleriyle dolu felsefi bir metin. Aynı zamanda Yarabıçak, ne söz’ünü celladına ne de kendini kurban etmeye teslim etmiş bir metin. Ömer Faruk’un, kitap boyunca, okuyucunun cevaplamasını istediği -ya da düşünmesini istediği sorular- ya da kendi içinde tartışmasını istediği soruları yok mu, var. Yazar bize o noktalarda kitabın içinden şunu söylüyor: “Kendimizi, kendi ellerimizle ruhsal açıdan sakatladık.” Yazar bütün bir metin boyunca; dil’i beden’e, beden’i ifadeye, ifade’yi itaatsizliğe, itaatsizliği de imkân’lar üzerinden seremoniye ve infaza dönüştürüyor.
Akademisyenler, sık sık şundan bahseder: “Disiplinlerarası kopukluğu gidermek.”Yarabıçak, bana bu cümleyi fazlasıyla ama fazlasıyla düşündürttü. Bunun nedeni de Yarabıçak’ın[felsefi/edebi] disiplinler arasındaki kopukluğu gidermek için önemli bir çaba gösterdiğini görüyorum. Aynı zamanda Yarabıçak’ta alttan alta ikna etmeyi önemsemeyen, varlığın vurgusundan dem vuran ve o vurgunun kendi kendisinin bir parçası olabileceğine imkân veren, özen gösteren bir ısrar var. İşte o ısrar, Yarabıçak’ı, Türkçe edebiyat da bugüne kadar benzerine rastlayamayacağınız/karşılaşamayacağımız bir metin yapıyor.
Kitap, Kumkapı’da, “90 öncesi… Bir grup arkadaşla Kumkapı’da oturmuş rakı içiyoruz.” [s. 29] denilerek sinemasal bir sahneyle açılıyor ve sonra acılı bir hikâyenin görkemli bir yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Sonrasında bütün bunlar/olaylar buruk, acı bir tat bırakıyor. “Hayat neden böyle?” dedirtiyor.
Yazarın, kitap boyunca seremonisine tanıklık etmek bir okur olarak ağır bir yük. Bu yük’ü hissettiğim duyguyla anlatırsam: Tek kelimeyle yazar okuyucusuna pimi çekilmiş bir bomba hediye ediyor!
Yazarın dediği gibi, “Edebiyatçı, iç kanamaların sesini de aktarır.” [s. 170]
Böyle ve daha başka renkler ve kederler işte…
Yarabıçak’ta sevdiğim yönetmenler de var: Kim-Ki Duduk, John Carpenter, Leo Carax filmleri üzerine yazılanları da ayrıca kitabı okuyanlarla uzun uzun konuşmayı çok ama çok isterim. –Bu isteğim, kitaptan bağımsız bir istek değil.
Haziran-Temmuz 2015, Sayı 52, Notos
Kişisel Not 1: Ömer Faruk’tan kişisel bir isteğim var: Uzun yıllar önce çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazmıştı. Mesela, Cumhuriyet Dergi’de, Michael Winterbottom’un “I WantYou” filmi üzerine yazdığı yazı. Ve diğerlerini… Umarım o yazılarını da bu kişisel sayfasında okuruz.
Kişisel Not 2: Yazı, Notos dergisinde yayımlandıktan sonra okuyan, dikkatli okur olan arkadaşlarımın -kendilerine göre- gözlerinden kaçmayan bir noktayı, “ihmal” kavramını benimle tartışmak istediklerinde izin vermeyip -aslında ben değil kitap buna izin vermiyor- onlara kitabın ekseninden yola çıkarak ilk ve son olarak, Walter Benjamin’in şu cümlesini aktardım: “Olguların sadece düşürüldüğü itibarsızlık, ihmalden değil miras mertebesine çıkarılmış olmalarının temsil ettiği felaketten de kurtulması gerektiğidir.”
Arkadaşlarımın susmaları, Yarabıçak’ın başarısıdır. Kayda geçsin.
Turnusol – Yarabıçak: Bellek, ihlal ve infaz!