Yarabıçak
Banka soymuş bir devrimcinin
samimi itirafları, Ömer Faruk
Ömer İzgeç
Geçtiğimiz aylarda, uzun yıllar Ayrıntı Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini üstlenmiş olan Ömer Faruk’un Yarabıçak isimli deneysel metni yayımlandı. İçinden mitoloji, felsefe, sinema, şiir, şarkı ve siyaset geçen bu deneme-roman diyebileceğimiz kitap, “Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları” alt başlığıyla sunuldu. Düzyazıdan şiire, oradan denemeye, söylenceye sıçrayan anlatı birçok konuya değinerek zihin açıcı bir okuma vaat ediyor. Kurgu kısmı, banka soymuş bir devrimcinin İstanbul’a gelmesiyle başlıyor. Sonrası bu devrimci gencin Mister Fa, Rakıyı Karanfille İçen Adam ve diğer renkli karakterlerle konuşmaları şeklinde özetlenebilir. Bir gece ansızın gelen Çingene kızı da unutmamak lazım.
Yarabıçak’ın mesele edindiği konulardan birkaçı göçebe kültürü, yersizyurtsuzluk ve bunlarla ilintili olarak medeniyet kavramı. Bahsi geçen yersizyurtsuzlukta kök halinde bulunulmakla birlikte hiçbir zaman kök salıp dallanıp budaklanmak hedeflenmez; yatay düzlemde yayılım ile iktidar konumlarından sakınılır. Metinde modernite ve medeniyet üzerine farklı kuramlardan ve okumalardan toplanıp damıtılmış, zenginleştirilip yeniden üretilmiş düşünceler sunuluyor. Bu tartışmalar türetimden öteye geçip zaman zaman özgün üretime varıyor.
Ömer Faruk, Deleuze ve Guattari’nin göçebe düşüncesine varmadan önce, türümüzün doğadan kopuşu ve kodlar yaratması üzerine akıl yürütüp, sonrasında inşa ettiğimiz medeniyet kavramını sorguluyor. Yabanıl topluluklardan, insan derisinin yeryüzünün derisinden, kabuğundan henüz kopmadığı, iç ve dış ayrımının olmadığı zamanlardan başlıyor. Medeniyetin inşası, sonrasında modernitenin ve nihai olarak şu anda içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin yayılmasıyla birlikte türümüzün topraktan, ormandan uzak düşüp kendine yabancılaşması kitabın farklı yerlerinde birkaç kez işleniyor. Parçası olduğu topraktan kopan insanın, tarım ile başlayan tahakküm macerası yer yer karakterler arası konuşmalarda, kimi zamanda kurgunun soluklandığı deneme bölümlerinde devam ediyor. Bu doğadan kopuşla günümüzün çarpık medeniyeti arasındaki bağ ise, insanın bitimsiz sahip olma ve diğer canlılardan farklı olarak stoklama olgusuyla kuruluyor. Öyle ki hayvanlar ve bitkiler varlıklarını sürdürebilmek için yeterli miktarda toprağa ihtiyaç duyarken, insan hep fazlasını istemiş. Tarımın insanı toprağa bağladığını, hayvanları zapturapt altına aldığını, verimi az canlı türlerini yok ettiğini, en önemlisi stok fazlası oluşturarak bir kişiyi diğerinden farklı kıldığını, bu fark üzerinden bütün devlet ve ordu mekanizmalarının kurulduğunu, dinin bu tahakkümün en önemli destekçisi olduğunu artık biliyoruz. Ömer Faruk, “Savaşlar hep bu daha fazlasını istemek yüzünden çıkmadı mı?” diye soruyor.
Topraktan kopan, kurduğu medeniyette yaşayan insan doğanın parçası olarak varlığını sürdüren bedenini, kültürün parçası olarak varlığını sürdüren beden ile değiş tokuş etmiş. Ömer Faruk, “Kim bedenim benimdir diyorsa boş konuşuyor” diyor. Bedenin doğal güdülerinin bile kontrol altına alındığına parmak basıyor. Toplumsal rolleri biçilmiş birlikteliklerde, devlet öncelikle toplumun en küçük yapı birimi olan ailede inşa edilmiş. Bu toplumun içinde yaşadığı kurulu ve yerleşik düzenin getirisi olan vatan, bayrak kavramları suni sınırlar çizmekle kalmamış, öteki kavramını palazlamış. Çizilen her sınırın, kendi etrafına bir duvar örmek olduğunun ayrımına varamayan insan kendi kodlarını yaratmaya başlamış. Devlet kuran insan, vatan diye çırpınan ve bunun uğrunda kan dökmeye ve bayrak dikmeye teşne, milli marş ile sermest olan bir tuhaf tür yaratmış. Bu, düşmanlar yaratıp sahiplendiği şeyi korumak için kendi cinsine ve diğerlerine, doğaya karşı acımasız, köklerinden kopuk bir tür.
Tam da bu noktada Yarabıçak, Çingeneler üzerinden yersizyurtsuzluğu ve göçebe düşünceyi tartışıyor. Çingenelerin bu tartışmanın merkezine konması tabii ki rastlantı değil. Öyle ki Çingeneler asırlardır bir devlet kurmamış, vatan gibi bir kavrama ihtiyaç duymamış, hiçbir zaman bayrakları ve de milli marşları olmamış. Kendi yarattıkları kutsalların kendilerini yönetmesine izin vermemiş, bir vatanın sınırlarını çizerken kendi hapishanelerinin duvarlarını örmemişler. Metindeki bir bölümde geçtiği gibi insanın büyük idealleri olmayınca geriye kendisi kalıyor. Bu bağlamda Ömer Faruk, eski Yunan’dan bu yana beden içinde hapsolduğu düşünülen ruhun, siyasi modernlikle beraber bedenin ve güçlerinin terbiye edildiği, itaatkâr kılındığı yer, bedenin hapishanesi haline geldiğine dikkat çekiyor. Sürekli seyir halindeki göçebe düşüncenin, kurulu merkeziyetçi yapıları yıkıp, kaçış çizgilerinden kendi yolunu bularak özgürlükçü pratiklerin izlerini takip edeceğini öneriyor. Toplumun sağlanması için hareketsiz bir düzen ve disiplin gerektiğinden, Ömer Faruk, insan köklerini aramak için sürekli hareket halinde olunmasını öneriyor.
Yarabıçak’taki yeni yaşam önerisi, başkalarının yönetmesine gerek kalmadan bedenine ve zihnine sahip çıkarak yaşamayı seçmekten, yaratılıştan gelen farklılıkları değişmez kabul etmekten vazgeçmekten, diğer canlı türleriyle kendini eşitlemekten geçiyor. Bu bağlamda günümüzdeki “hayvan özgürlüğü” hareketiyle paralellik kurmak mümkün. Faruk bu paralellik üzerinden gitmeyi tercih etmemiş. Oysa iktidar olgusuna yaklaşımıyla, tek ayağını bu akımla aynı merkezde sabitliyor. Yaşamda iktidar olma isteğinden vazgeçmek gerektiğini, aksi takdirde iktidarın varlığının vitrinini değiştirerek süreceğini söylüyor. Bu ise aslında hayvan özgürlüğü hareketinin sıkça başvurduğu, faşizmin ve her türlü ayrımcılığın üzerinde yükseldiği türcülük kavramıyla kesişiyor. Faruk bu tartışmalar sonunda ise sert bir önermeye varıyor. Onun bir parçası kalarak, bir bölümünü hedefleyerek medeniyetin yıkılmayacağını, yeniden türetileceğini söylüyor. Şu anki sistemin her geçen gün daha fazla eşitsizlik ve adaletsizlik yaratmakta, ekolojik krizi ve doğa bozumunu daha da harlamakta olduğunun bilincinde hudutsuz ihlali ve reddiyeyi öneriyor. Ömer Faruk, tahakkümcü iç ve dış kurumsallıkların hepsini hedef alıyor: tarım, şehir, yasalar, uzmanlaşma, hiyerarşi, sayı, din, dil, yazı. Tam da bu bağlamda Yarabıçak’ın sol düşünceye ve pratiğe de eleştirileri oluyor. Disiplini, iç dinamikleriyle devleti taklit etmekle kalmayıp ötesine geçerek daha itaatkâr insanlar talep eden bir örgüt modelinin iktidarın yeniden inşası olacağını söylüyor. Koşulsuz bir itaat ve boyun eğme üzerine kurulu bir yapıdan özgürlük ve eşitlik çıkamayacağını tartışıyor. Asıl sorunun “iktidar” olduğunu, örgüt ilişkilerinden başlayıp özel ilişkilere, kadın-erkek ilişkilerine kadar varan yaşamın her alanında iktidarın sorgulanması gerektiğini söylüyor.
Denize bakarken elindeki kadehi evirip çeviren Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın, “Sizin medeniyet anlayışınızda kendini beğenmişlik, kibir var. Bilme derdindesiniz, olma haline geçmeyi düşünmüyorsunuz bile” sözleri, “Devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz” diyen Ursula Le Guin’i nefesini Boğaz’ın üzerine üflüyor. Zihinleri ve bedenleri sınırlarını korumak için değil, onları ihlal etmek için tanzim edilmiş, yüzlerce yıldır haritasız yaşamayı seçmiş Çingenelerin şarkıları bu nefese karışıyor. Ömer Faruk paranoyak köleliğe almaşık olarak “şizofren” göçebeliği öneriyor. Uygarlığımızın yıkılması gerektiğini, aksi takdirde bizim de yok olacağımızı fısıldıyor. Yarabıçak bu paradoks gibi davetkâr ve katmanlı.
Şubat 2015, Varlık