Abdalca bir hayat: Yarabıçak
Hakan Atalay
“Bilmek İstersen Seni
Can İçre Ara Canı”
(Hacı Bayram Veli)
Yarabıçak, daha önce okuduğum nadir tanıtım yazılarında da söylendiği gibi, deneme, anı, öykü, kuramsal metin, anlatı, senaryo vb. türlerin kalıplarına sığmamakla kalmayıp çok katmanlı, birçok alt metin barındıran, bol öykülü bir yapıya da sahip. Dolayısıyla, kitaba dair izlenimlerimi tek bir başlık altında ve bir tarzda anlatamayacağım için birkaç başlıkta özetlemeye çalışacağım.
*
Sağ alt köşesi lekelenmiş kitabımın sayfalarını özenle çeviriyorum. Lekenin merkezindeki eflatuni renk Paris’in doyulamayan şaraplarını anımsatıyor. Kitabı da kendimle birlikte götürmüştüm; orada -yeniden- bakabileceğimi, bazı kısımlar üzerinde -yeniden- düşünebileceğimi ummuştum. Olmadı. Güzel zaman geçirdim, evet, ama havaalanına kadar! Bagajları döndüren “şey”in başında beklerken valizimi gördüm: Muhtemeldi, ama bunu beklemiyordum. Elbiselere sarmış, kontuardaki görevliyi uyarmış, küçük valize kocaman, kırmızı bir “Kırılabilir” yazısı yapıştırtmış olmama rağmen, en az bir, fakat büyük olasılıkla birden çok şarap şişesi valizin içinde taşınırken kırılmıştı. Kaçı? Valizin içi ne durumdaydı acaba? Açıp bakamadım. Ne anlamı vardı ki? Evde açınca “eşeğini kaybedip bulmuş kul”un sevincini yaşadım: Neyse ki altı şişeden sadece biri kırılmıştı. Üstelik o, poşete konmuş tek şişeydi. Birkaç gömlek, vs.’nin kirlenmesi ve bir şişe şarabın telef olması çok da büyük bir kayıp sayılmazdı, gezinin kendisini ve “hayatta kalmayı becermiş” diğer şarapları düşününce… Bir de kitabın sağ alt köşesini. Bunu görünce kitabı, kitabın mevcut çekilmez hayatlarımıza karşı alternatif önerisini düşündüm; yani, göçebe hayatı. Kendi kendime “Bir yerden bir yere gitmek zor, meşakkatli iş, ama geçirdiğim günleri/anları hesaba katarsam, yorgunluğa, zamana, paraya, dönüşte her şeyin şarapla ıslandığını görmeye, vs. değmez miydi?” diye sordum. Hem de nasıl! Kitap hakkında yazacaklarıma orada karar verdim…
*
Öyle ya, göçebe olmak böyle bir şey değil miydi: Sınırları aşmak, fark edilmeden dolaşmak, sağ salim, fakat şarapla -ve hazla- ıslanmış olarak geri dönmek… Kitabın yaşadığı buydu.
Yarabıçak bir yönüyle, Şükrü Argın’ın giriş yazısında çağrıştırdığı gibi, Devlet ve İhtilal’e bir nazire sayılabilir, çünkü “nasıl bir dünya istiyorum” ve “oraya nasıl ulaşılır” sorularına kuramsal önermelerin yanı sıra, hatta onları neredeyse saklayarak, bir yanıt arıyor. İnsanların uzun metinler okumaya zamanlarının da, heveslerinin de kalmadığı bir dünyada, geçmişe hayıflanıp köşeye çekilmek yerine, farklı tarzları içeren, kimi zaman görselleşen bir metinle, yeni bir alternatif sunuyor okurlara: Oyun, öykü, roman, anı, şiir, anlatı, senaryo, deneme vs.’yi iç içe geçiriyor.
Sözgelimi, “Bir deneme (!) kitabında senaryo ne arar?” diye soruyorsanız, romanın(!) başında bir film sahnesiyle karşılaşmaya hazırlayın kendinizi: Bir arkadaş uğurlama gecesinin nasıl fantastik bir ayine dönüştüğünü zevkle “seyredin”. Kitabın (filmin?) nasıl akacağına dair ipuçlarına dikkat edin: Sohbet, müzik, dans, cazibe, eylem, kendinden geçiş… ve tabii ki, ihlal. “Hayatın olağan akışı”nın birden kesilip başka bir âleme geçişin işaretleri.
Sahneden büyülenmiş bir şekilde okumaya devam etmek isterken kitap (roman?, film?) bir cümlelik bir bölümle kesiliyor: “Abdûlgaffar el Hayatî, ‘Sınır önce zihinde oluşur,’ der.”
Bölüm bu kadar!
Ne oluyor, demeye kalmadan, Deleuze ve Guattari’den Adorno’ya, “göçebe düşünce”nin açımlanmasına geçiliyor: Yol, yolculuk, yersiz yurtsuzlaşmanın imkânları…
Yoğun bir bilgi birikiminden süzülerek geldiği belli olan “metni” okudukça, sınırları durmadan ihlal eden bir göçebenin özgür ruhunu hissediyorsunuz zaten: Adorno’dan Melih Cevdet’e, Bauman’dan Oruç Aruoba’ya, Braudel’den Kim Ki Duk’a, Deleuze’den Kusturica’ya, Foucault’dan Mehmet Eroğlu’na, Gasset’den Haşim’e, Kitabı Mukaddes’ten Gadjo Dilo’ya, Kovel’den Cemil Meriç’e, Tanpınar’dan Hasan Ali Toptaş’a… zevkli bir yolculuk yapıyorsunuz. Üstelik bir roman örgüsünün içinde kavramsal notlar, politik tartışmalar, kişisel anlatımlar, öyküler ve anılar arasında asla tükenmeyecek bir sergi/müze içinde geziniyorsunuz. Örnek vermek gerekirse, Mister Fa’nın yazara verdiği notlarda geçen bir diyalogda Rakıyı Karanfille İçen Adam, Banka Soymuş Devrimci Genç’le konuşuyor: “Sizin şarkılarınız var mı? Sevindiğiniz, üzüldüğünüz, efkârlandığınız zaman söylediğiniz şarkılar var mı? Bu şarkıları ahalinin her kesimi her mekânda dinliyor mu?” diye sorar ve ekler: “Ahali bu şarkılar aracılığıyla müesses nizama katılıyor.” Dolayısıyla, ancak “medeniyeti aşmayı hedefleyen bir medeniyet kaygısı güderek müesses nizamı değiştirebilirsiniz”.
Mister Fa tiplemesinde göreceğiniz gibi, metinde anlatılar, anılar, tespitler, önermeler, şiirler, kahramanlar bir bütünlük içinde arzı endam ediyorlar. Banka Soymuş Bir Devrimci, Melih Cevdet’in Raziye’siyle yaşıyor, Oruç Aruoba Yürüme’yle araya giriyor, kimi zaman Kim Ki Duk’un Boş Ev’indeki delikanlıyla karşılaşıyor, Rakıyı Karanfille İçen Adam’la tanışıyorsunuz; Gülbahar’ın dansıyla Abdûlgaffar el Hayatî’nin özlü sözleri aynı dünyada yaşayıp gidiyorlar.
Politik tartışmalar dedimse, bildiğiniz gibi değil. Devrimcilerin iktidar hedefinin nasıl işe yaramaz bir geri dönüşle karşılaşacağını/karşılaştığını, çünkü medeniyeti ciddiye almadığını, hadi kitaptan başka bir dille söyleyelim, devrimci olduğunu iddia ederken nasıl mevcut paradigma içinden konuştuğunu, sınırları/yerleşikliği tartışmayan, bedeni özgürleştirmeyi ihmal eden, ihlal yerine ihtilali öne çıkaran bir devrimci çabanın nasıl kısır ürünler verdiğini, örneklerle anlatmaktan söz ediyorum:
“Derkenar 17: Bugün devrimci sorunun, devlet aygıtının ya da partinin bürokratik ve despotik organizasyonuna düşmeden, noktasal mücadelelerin bütünlüğünü nasıl bulacağıyla ilgili olduğunu biliyoruz; yeniden bir devlet aygıtına dönüşmeyecek bir savaş makinesi, Dışarı’yla bağlantılı göçebe birliği.
İşte belki de Nietzsche’de en derin nokta, aforizmada belirdiği kadarıyla felsefeden kopuşunun ölçüsü şudur: Düşünceyi bir savaş makinesine dönüştürmek, düşünceyi göçebe bir güç haline getirmek.”
Kitabın son bölümlerine doğru yazar kahramanımızın, onun kahramanlarının, kuramsal tartışmalarının, hayat kaygılarının, arayışlarının yanıtını bulduğu somut bir topluluğa yöneltir bizi: Çingeneler’e. Çingeneler kitabın asıl kahramanlarıdır. Müzik ve dansla -genel olarak hayatla- ilişkileri, oldukları hale doğmuş olmaları, devletsizlikleri, bedenlerinin -birçok anlamda- sınır tanımazlıkları, adsızlıkları (kendilerine Çingene demezler ki), vb. ile, göçebe -ve dolayısıyla gerçekten devrimci- düşüncenin ete kemiğe bürünmüş örnekleridir onlar. “…medeniyet bilgisini edinerek, kapitalizmi aşmayı hedefleyerek, Çingeneler’i dikkate alarak yeni bir medeniyet üzerine düşünmenin zamanı gel”miştir. Nasıl bir medeniyet olacaktır bu?”
“Tasarlama, yapma ve kendini ifade etme yeteneğini edinmenin önündeki engellerin kaldırılmasından yana olanların; başkalarının yönetmesine gerek kalmadan bedenine ve zihnine sahip çıkarak yaşamayı seçenlerin; yaradılıştan gelen farklılıkları değişmez kabul etmekten vazgeçerek, diğer canlı türleriyle kendini eşitleyenlerin medeniyeti…”
Böyle bir medeniye ulaşmak için gereken “göçebe düşünce”nin, adından da anlaşılabileceği gibi, bir eylem olduğu kadar bir düşünce, bir tarz olduğunu da hatırlatmak iyi olabilir. Çünkü “göçebe illa hareket eden biri değildir: “Oldukları yerde yolculuk edenler vardır, yeğinlik yolculukları. Tarihsel olarak bile göçebeler, göçmenler gibi yer değiştirenler değil, (tersine) hareket etmeyenler, aynı yerde kalarak kodlarından kurtulmak için göçebeleşenlerdir.” Bu sözlerin -çoğu zaman bulunduğu yerde olmaktan başka bir şey istemeyen- benim gibi biri için teselli edici olduğunu belirtmeliyim, ama hiçbir şey yapmamak için bir mazeret olarak kullanılmaması için dikkatli olunması gerektiğini de eklemeliyim.
Her halükarda, Abdûlgaffar el Hayatî’nin dediği gibi, “sınırların önce zihinde oluştuğunu” hatırlamakta yarar var, elbette, sınırın bir “arayüz” olduğunu unutmadan, zira sınır -en az- iki işlev görür: Bir yandan iki yanı birbirinden ayırırken, öte yandan etkileşimlerine de olanak verir. Bu, devletlerarası sınırları düşündüğümüzde açıkça görülebilir: Orada hem kavga eder hem de ticaret yaparız. Hem düşmanlık besler, hem kardeşlik üslubu tuttururuz. Çünkü biz toplumsal ve psikolojik varlıklarız. Kendimizi oluştururken de “ötekiler”le ilişkilerimizi önce bir sınır oluşturmakta kullanır, sonra bu sınır üzerinden iletişim kurarız. Eğer sınırlarımızı, benlik imgemiz ve tenimiz dahil, başkalarıyla deneyimlere ne kadar açık tutabilirsek, o kadar derin bir iç dünya ediniriz. Göçebe düşüncenin önerebileceği ilişki biçiminin ipuçlarına işte buralarda rastlıyor olabiliriz: Bir yanda kendi olamadan her şey olmaya çalışan, bu amaçla her yeri görmek için alel acele koşturan biri ile, öte yanda kendi olmaya/kendini bilmeye uğraşırken sakin içsel/dışsal yolculuklara çıkan biri arasındaki ayrım gibidir bu. Zihnini/bedenini herkese ayrımsızca açarak kendi olmaya çalışanla, başkalarında kendini görerek öteki/kendileşmeye çalışan biri arasındaki ayrım gibi… Dolayısıyla, kendimizi ve dünyayı tanımak, hatta değiştirmek için yarın sabah hazırlanıp yola koyulmamız gerekebilir, çünkü “yeryüzü dergisi”nin deyişiyle, “bilmek isteyen yola çıkar”, ama en büyük hazırlık, önce zihinlerimizi muazzam yolculuk olasılıklarına açmaktır.
Nitekim yazar kitabının sonlarında göçebe düşüncenin ve göçebe toplulukların büyük, ama ihmal edilen evrensel geleneğini, kültürümüzde mevcut olan derviş (“abdal”) geleneğiyle birleştiriyor. Anadolu’nun büyük “abdal”ı Neşet Ertaş türküleri eşliğinde “dünyada gönlü/gözü olmadan” her yeri dolaşan abdallarla, “kendine malum olanlar”la, “elini/eteğini çekerek” diyar diyar dilenenlerle bir olgunlaşma yolculuğuna çıkarıyor. Okumadan bilen, kırmadan sevenleri, yolunda alıkonulmamak için bile-isteye kendini “dışarlıklaştıranları” tanıtıyor. Kitabın son sorusu böylece anlam kazanıyor: “”Ey yolu bu satırlara düşen yolcu! Paranoyak köle mi, yoksa şizofren göçebe misin? Hangi yolu adımlıyorsun?”
Benim için kitabın sürprizi Clarissa Pinkola-Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı oldu. Binlerce sözcüğün arasından, onlarca yere, dile, masala, öyküye yürüdüm. Siz de yolunuzun düştüğü bir yerlerde Yarabıçak‘a rastlarsanız, diğer yolcularla tanışma fırsatını kaçırmayın.
Anlatının/denemenin ve teşekkür bölümünün sonunda yazarın kişisel öyküsüyle kesişen “tuhaf” rastlantılarla ilgili bir sürpriz de sizi bekliyor.
Sayı: 319 / 2016, Gösteri
*