13

screen-shot-2017-01-15-at-16-46-11

İhlal çağrısı olarak: Yarabıçak

Semih Bilgen

Banka soymuş bir devrimcinin samimi itirafları alt başlığıyla İthaki tarafından yayımlanan Yarabıçak’ı bir solukta bitirdim. Sonra dönüp, durup düşünerek bazı yerlerini birkaç kez tekrar okudum. Bir iki gün sonra da üniversitedeki sosyal bilimci arkadaşlarıma, “Sıra dışı, özgün, içten, etkili, düşündürücü buluyorum… Kesinlikle duyulması, tartışılması gerekiyor. Keşke -tam da en olmadıkları/yapmadıkları şey ama- Çingenelerin bir örgütlülüğü olsa da el verseler…” diye kısa bir not yazdım. Kitap gerçekten değerlendirilmeyi hak ediyor.

Ana izlek, kapitalizmin hızla yok oluşa doğru sürüklediği doğa içinde var olma mücadelesi veren birey için yeni bir uygarlık anlayışı… 20’nci yüzyılın büyük düş kırıklıklarına yol açan modernist toplum projelerine alternatif olarak gelişen, Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin doğrultusunda, “göçebe düşünce” diye adlandırılabilecek, bireysel özgürlüğü temel alan anlayış kitabın tümünde belirgin…

Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı, Türkiye’nin bir yandan iç barışını oluşturmaya, sürekli kılmaya çabaladığımız, diğer yandan da dünyanın her yanını yangın yerine çeviren, ama yakın coğrafyamızı iyice kavuran, içinden nasıl çıkılacağı gittikçe belirsizleşen savaşlar ve iç savaşlar ortamında, devletler ve kendine devlet adı veren örgütler arasında bireysel varlığımızı yitirme tehlikesini her gün yeniden ve daha yakından algıladığımız bir ortamda yayımlandı.

Kitabın biçimi de içeriğinde öne çıkan “göçebe”liğe uygun… Yarı öykü, yarı deneme… Anlatı içinde anlatılar, öykü içinde öyküler sarmalı… Yazar “derkenar”larla, fısıltılarla, sorularla okuyucuyu uyarıyor, Oruç Aruoba’dan, Adorno’dan, Zweig’dan, ne denli gerçek bir yazar olduğu pek bilinmeyen Abdülgaffar el Hayatî’den alıntılarla kitabı zenginleştiriyor, dipnotlarla denemeyi gerçekten inandırıcı, bilgilendirici kılıyor… Hele kitabın sonundaki notlar, gerçek felsefe lezzetini pekiştiriyor.

Kişilerin çoğu isimsiz… Bir Mister Fa var,  1980’lerin devrimcisi, modernist kollektivizmden bireysel özgürlüğe, özgür aşka giden yolu, “… kişinin kendine, biricik yurduna, bedenine kavuşmasının yolunu” arayan… Bir Rakıyı Karanfille İçen Adam var, uzun ama etkili söylevler veriyor; hayat arkadaşı Çingene bilgesi Gülbahar Hanım’la tanışmasından sonra uygarlığın ulus devletler dışında, onlara rağmen gerçekleştirilebileceği anlayışını olgunlaştırmış, yaşamın sırlarını deşeliyorlar… Bir  Keman Çalan Esmer Genç var, müziğin, neşenin taşıyıcısı, tam göçebe… ve bir görünüp bir kaybolan bir Çingene kızı, kitabın baş kişilerinden, ama rüya mı gerçek mi, pek de belli değil…

Yine Abdülgaffar el Hayatî’den şu alıntı kitabın özünü ortaya koyuyor: “Kişi bazen (kendi) ‘hayatın(ın) anlamı’nın altında kalır, ezilir. Bu noktada suç ne ‘hayat’ın ne de ‘anlam’ındır. Tümüyle kişinindir. Zira kişi kendini kendi yarattığı ‘şey’e, ‘hayatın anlamı’na kurban etmiştir.”

Ömer Faruk, bu kitapla kurbanın yarasını deşiyor. Kitap bıçak oluyor. Ama yazar kendisinin de aynı yaranın, aynı kurban oluşun parçası olduğunun tamamen farkında. O nedenle kitap Yarabıçak…

Kitap bir yandan bu düzenin böyle gitmeyeceğine, gidemeyeceğine tanıklık ederken diğer yandan da “Biz iktidara gelince her şey bambaşka olacak” söylemini yere vuruyor. İktidar olgusu başlı başına yaranın kendisi değil midir?

Besbelli birçokları Ömer Faruk’a saldıracaklar bu yapıttan sonra: Çingenelerin tarihleri boyunca ne devlet kurmuş ne de hiçbir devletin düzenini kabul etmemiş olmasını, bireysel özgürlüğün, doğayla barışıklığın temel olduğu bir toplumsal düzen(sizlik) içinde yaşayan bu halkın her yerde göçebe, her yerde dışlanan kimliğinin sürdürülebilir, kişinin biricik yurdu olan bedenine dönüş anlamına gelen varolma biçimi olduğunu savunduğu için… Sürekli dışlanmayı, ezilmeyi önerdiği için… Hep arayıp hiç bulmamayı hedeflediği için… Kanaması kesilen yaranın yok oluş anlamına geldiğini kanıtladığı için…

Ama Yarabıçak yazarına ve kendimize sormak gerekiyor: Göçebelik çaresizlik midir? Yoksa kendi varlığına kavuşmuş bireylerden oluşan bir toplum artık temsili demokrasi denilen şarlatanlığın yerine doğrudan/katılımcı toplumsal örgütlenmeleri koyamaz mı? Ya da en basitinden, bugünkü, verili varoluş biçimleri tek seçenek midir gerçekten? Herkesin sorduğu ama yanıtını henüz vermemiş olduğumuzu da tekrarlamak gerekiyor: Kapitalizmin götürdüğü yok oluş kaçınılmaz yazgımız mı?

Yarabıçak ile yola çıkmak, tartışmak, kavga etmek, şarkı söyleyip dans edip bir gün hep beraber göbek atmak; acılarla, hep kanayan savaş yaralarıyla, cinayetlerle çizilen çerçeveler ortasında ne denli anlamsız gibi gözükürse gözüksün bunun olanaklı olduğunu görmek mümkün değil mi?

egoistsokur.com

egoistokur