14

suha.png

Yarabıçak: Filozofun düş arayışı

Süha Sertabiboğlu

Hani söyleyeceği çok şey birikmiş eski bir dostla karşılaşırsınız da, bir konuyu bitirmeden ötekine geçen, laflarının biri ağzında, biri boğazında konuşmasını dinlerken şaşkına dönersiniz ya, işte ben öyle oldum Yarabıçak’ı okurken.

Neresine bakacağınızı şaşırdığınız, rengârenk, tabir caizse Çingene bohçası gibi bir mozaik, tuhaf bir yapıt: Hikâye, deneme, manifesto, roman…

Genel biçim olarak Yarabıçak, “banka soymuş bir devrimcinin samimi itirafları” biçiminde niteleniyor. Banka soymuş devrimci, yani Mister Fa, kitabın öne çıkan kahramanı (daha doğrusu, kahramanlarından biri; kitapta daha birçok kahraman, bilgece sözlere kaynaklık eden daha birçok ağız var). Mister Fa, askeri darbenin ardından yeraltına inip kaçak hayatına başlıyor ve Boğaz’da gizleniyor. Takip edildiğini ya da yerinin tespit edildiğini fark ettiği her seferinde hemen otelini ya da kaldığı yeri değiştiriyor. Emirgan sahilinde, tanımadığı kişilerin çilingir sofralarına takılırken bir akşam Boğaz’da “Rakıyı Karanfille İçen Adam”la tanışıyor (bilgece sözlerin kaynaklandığı bir ağız da bu). Sonra bir gece, sahiplerinin kapatıp gittiği metruk Perili Köşk’te gizlice kalırken, adını bilmediği, hırsız bir Çingene kadınla karşılaşıyor, aralarında tutkulu bir sevişme, vahşilik sınırlarını zorlayan bir cinsellik yaşanıyor ve banka soyguncusu devrimci bu Çingeneye tutuluyor.

Kitabın bundan sonrasında genel olarak Çingene imgesinin ağırlığı hissediliyor. Çingene bir kızla, daha doğrusu, Çingenelerle sevişme, doğayla bütünleşmeyle özdeşleştiriliyor sanki; devrimcinin Boğaz’da gizlendiği günler de “köksüz, sapsız yaşamak”la.

Bu kitaba bir “Çingene güzellemesi” de diyebiliriz. Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin “göçebe düşünce”si Çingeneler somutuna yaslanarak savunuluyor ve göçebelik-yerleşiklik, tarım öncesi-tarım sonrası, devlet-devletsizlik, kurumsallık-başıboşluk, tekdüzelik-rastgelelik ikilemleri çok katmanlı, çok açılı, daldan dala konan bir metinle irdeleniyor.

Kitaba güzel bir önsöz yazan Şükrü Argın, kitabın “bıçaktan yaraya değil, yaradan bıçağa doğru” gittiğini söylüyor. Ben buna, dikkatimi çeken başka bir şeyi daha eklemek istiyorum: Kitapta birincil imge Çingenelikse, ikincisi de “su”. Kayık… su… Evrendeki su kavramı; katı-sıvı-buhar halinde su…  Denizde giden bir kayıktan birden “su” kavramına, yani su katı ve buhar halinden, buzullardaki, denizlerdeki, göl ve nehirlerdeki suya dönüşüyor ve sonunda kayığı taşıyor ve… Katı-buhar-sıvı… Bu döngü böyle devam edip gidiyor suyun evrendeki döngüsünü hatırlatır bir şekilde… Venedik’teki taş binaların akar suyla ilişkisi, Boğaz akıntılarını seyreden İstanbullu sevgililer, altından başka, üstünden başka hayatlar geçen köprüler ve köprü üstü âşıkları (o güzel filmden bir enstantane); sıkça tekrarlanan “deniz dibi akıntıları” (henüz çözülemeyen, büyük kısmı karanlıkta kalmış insan ruhunun dış tezahürlerini ifade eden “deniz yüzeyine vuran görüntüler” metaforunu düşündürüyor bu); kayık “akış”a, (dip akıntısı) merak salıyor, zaman zaman dipteki akıntılara dönüşüyor… hep akan, devinen suyla ilgili kavram-imgelerin çokluğunun dikkati çekmemesi mümkün değil.

Bu kıpır kıpır, durmadan akan, akmadan duramayan metnin ortasında müthiş bir taş! (Miró): “Durağanlık beni büyüler. (…) Terk edilmiş sahildeki büyük bir taş; tüm bunlar hareketsiz şeylerdir, ancak benim aklımda büyük bir hareketi serbest bırakırlar. Sürekli olarak aptalca yer değiştiren bir insan için aynı şeyleri hissetmem. Denize girmek için sahile giden ve etrafta amaçsızca dolaşan insanlar beni bir çakıl taşı durağanlığından daha az etkiler.

Ufukta bir bulut: Abdûlgaffar El Hayatî. Abdûlgaffar El Hayatî’ye “bulut” yakıştırması gerçekten yerinde, çünkü yıllardır yazarın Hayata Dair Meseleler adlı kitabını merak eden epey kalabalık bir hayran kitlesi var. Bu Mağripli yazarın bu denli yoğun bir hayat bilgisini edinmişken nasıl olup da kendini saklayabildiği başlı başına bir merak konusu. Umarız bu “bulut” daha sık damlar ve yağmuruyla gönlümüzü bir nebze olsun ferahlatır. Düşünce fukarası topraklarımıza düşen yağmur tanelerinin nefasetine bakar mısınız?

Sınır önce zihinde oluşur.”

Boşluktan daha derin (=yoğun) başka ne var?

Kalp kırılmadan kale yapılmaz!

Irmak ya göle akar ya da okyanusa. Göl durgundur, bekler ve maruz kalır; kısa yoldur, sınırları vardır ve geleceği bellidir. Okyanusu seçen ırmak durmaz, dolaşır, atlar, deler ve hep akar. Okyanus dalgalı, sınırsız ve meçhuldür. Çingeneler okyanusa akan ırmak suyu içmiştir.

Ölüme karşı gösterilen kahramanca cesaret yaşamaya dair duyulan korkaklığı gizler.

Bu kitap kurulu düzene teslim olmuşların, Ömer Faruk’un deyişiyle, “yalnız kalmaya cesaret edemeyenlerin, karanlıkta yürüyemeyenlerin” pek hoşuna gitmeyecek bir kitap.  Hem fiziki hem de düşünsel sınırlar içinde hapsolmak istemeyenlere ise bir övgü. Kapitalizmin, küreselleşmenin, kâr hırsının doğayı, insani değerleri yok etmesine karşı bir isyan çığlığı. Yolunu kaybeden, kaybetmek isteyen ya da karşısına çıkan her yola sapan başıboş bir yolcu gibi. Bir hücre mahkûmunun kaçış hayalleri sanki. Kitaba sinmiş bu. Ayrıca alttan alta, örtük bir melankoli de hissediliyor.

Yılların yayıncılık deneyiminden süzülmüş, hem filozofça, hem coşkulu, ritmik anlatım öğeleriyle dolu, yetkin bir dil; isabetli seçilmiş sözcükleri tam yerine oturan, tabir caizse tam on ikiden vuran bir metin. İç içe geçen bir çiçekdürbünü gibi.

Değerini yitiren, bir de Gezi’nin biber gazı gibi boğucu, bunaltıcı bir karanlıkla çepeçevre kuşatılıp nefes alamaz hale gelen ve gericiliğin meydanlarda böğüren, giderek daralan, musallat, yapış yapış prangasıyla habire sıkılan insan.

Evet, bu kitap bir itiraz, ama devrimci değil, dönücü; tarım öncesi döneme dönüşü savunuyor; düzene karşı bir kitap bu, fakat ekonomik düzenden çok, insanı doğaya yabancılaştıran düzene karşı bir itiraz.

Ama benim de Yarabıçak’taki bazı görüşlere itirazlarım var:

Birincisi: Bir Edirneli, yani Çingenelerin arasında yetişmiş biri olarak, yazarın da zımnen katıldığı, Çingenelerin hırsızlıkla özdeşleştirilmesini yanlış buluyorum. Edirne’deki Çingeneler hırsızlık yapmaz; hepsinin işi gücü vardır, ekmeğini kazanma mücadelesi veren proleterlerdir ve çalgı çalma yetenekleri ve çalıp oynama merakları dışında, Trakya’nın diğer yoksullarından pek farkları yoktur. Yani hırsızlık Çingenelerin doğasından gelen bir şey değil. İstanbul’daki Çingeneler hırsızlık yapıyor tabii, dara düşen insanın hırsızlık yapmasında hiçbir tuhaflık yok. Fakat İstanbul’da Çingenelerden başka hırsızlık yapan yok mu? İstanbul’daki hırsızlık olaylarının failleri konusunda bir araştırma yapılsa Çingenelerin azınlıkta kalacağından kesinkes eminim.

Ayrıca, Çingeneler de siyasi ve düşünsel yönden pekâlâ tutucu olabilir ve bir Oxford profesörü, gerek siyasi, gerek düşünsel yönden, gerekse yaşama karşı tavrıyla, Çingenelerin çoğundan daha göçebe olabilir.

İkincisi: “Hiç düşünmeden doğru kabul edip, tereddüt etmeden tapındığımız yazının tahakkümcü karakterine de dikkat etmemiz (…) gerek;” (…) “yaratıcılığımızı körelten, algımızı azaltan, duyularımızı sınırlayan yazı…” diyor yazar ve devamında da, “Neşet Ertaş gibi hemen yanı başımızda duran devasa bir sembol üzerinden yazıyı tartışabilir, hiç kitap okumadan yaratıcılığın doruğuna çıkmış (…) bu bilge âşık üzerinden yeniden düşünebiliriz” sonucuna varıyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, “yazı” olmasaydı Neşet Ertaş’ı tanıyamayacağımız gibi, Ömer Faruk’un bu fikirlerinden de haberdar olamayacaktık. Unutmayalım, insan eğitimle insan olur; eğitilmezse vahşi bir hayvan olur ki bunun pek özenilecek bir şey olduğu kanısında değilim.

Neyse, Yarabıçak, filozof bir yazarın, Ömer Faruk’un, Che Guevara’nın “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” kabilinden bir düş arayışı.

Aktarmadan yapamadığım müthiş sözlerden birkaçı:

“Yalnız kalmaya cesaret edemeyenler, karanlıkta yürüyemeyenler, uçuruma atlayamayanlar Tanrı’ya itaat eder; korkularını bastırmak için sık sık bir araya gelip birbirlerinden güç alır (…) mabet yaparlar. Tapındıkları oranda kendilerinden vazgeçerler. Vazgeçtikleri oranda kapitalizme teslim olurlar.”

“Ömrünü mutfak ve tuvalet arasına döşenmiş bir boru gibi geçirenler yaşadıkları hayata ne ad verirler?”

Sahiplenme dilde başlar” diyor Ömer Faruk. Öyleyse, resmi dilin, hatta konuşma dilinin de dışında, argo ya da yeraltı jargonuyla yazılmış metinlerden oluşan yeraltı edebiyatına da “edebiyatın Çingeneleri” denebilir.

Öte yandan, keyifli bir metin bu; rakı masaları, közlenmiş patlıcan, lakerda, roka, fava… yaşamın tadı, kokusu, sesi var. Federico Garcia Lorca’nın “Aştık çalısını yolların/dikenini böğürtlenini” diye başlayan güzel şiiri var. “Fısıltı”lar, “derkenar”lar, Marx’tan, Adorno’dan, Ulus Baker’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Oruç Aruoba’dan alıntılar var, Kim Ki Duk’un Boş Ev adlı filmine hoş bir gönderme var. . .

Yaşamı düş, düşü yaşam kılmaya soyunmuş edebiyat gezgini Ömer Faruk, Yarabıçak’lı, dünyamıza hoş geldin, sefalar getirdin.

Aydınlık Kitap, 17 Temmuz 2015, Sayı:174

Turnusol – Filozofun düş arayışı

aydinlik-gazetesi_382558