Cahil Hoca’nın Hayat’ı Yarabıçak’landı!
Hakan Kaynar
Hemen girmeli mevzuya. Zaman az, yerim dar. Yoksa öyle sandalyesinden kalkmadan oynayan adamlardan değilim, söyleyeyim. Çevresini değiştirdikçe sever insan, yeni bir ev aldığında duvara bir resim asar. Tadilat son yirmi yılın geçmeyen modası ya… Mutfağı salona katar, balkonu evine. Değiştirir. Bir de yıllar sonra beş metrekare toprağa kavuşanların sevincini düşünün, saksıda bile olsa yetiştirip dalından kopardığı biberi ballandırarak ikram edenlerin övüncünü bir de. Değiştirdikçe bahçeyi, odayı, şehri, ülkeyi kendisinin bilir insan. Ama ya kendisi? Bizi bizden almışlar oysa. İktidar, ister devlet kılığına bürünsün ister öğretmen, baba da olabilir ağabeylik taslayan bir arkadaş da; hakkım var diyor üzerinde, ben yetiştirdim seni ya da kendi kendini yetiştirsen bile, buna ben izin verdim. Değiştiysen de benim sayemde. Yabancı bir dil öğrendiysen biz öğrettik sana. Ailen parayı verdi, öğretmen zaman, bütün bunları da devlet planladı. Anladın mı? Anlamadıysan “Hayat Bilgisi” öğretmenin yeniden açıklasın sana, hemen anlamaman doğal, zira aptalsın! Çünkü kimse “haydi!” demeden oynamaya kalkmazsın.
Yürümeyi kim öğrendi peki, konuşmayı? Cahil Hoca’da Rancière soruyor bu soruları, kendine güven diyor Joseph Jacotot’un hikâyesi üzerinden okuruna. Fransızcayı Fenelon’un iki dilli basılmış Telemak’ından öğrenen öğrencilerin şaşırtıcı hikâyesiyle açılıyor kitap. Rancière isteyen herkesin istediği her şeyi öğrenebileceğine, üstelik isteyen herkesin her şeyi öğretebileceğine inandırıyor okuru. Mevcut sistemse bize aptal olduğumuzu, bilmediğimizi, bilemeyeceğimizi öğretmiş, öğretmeye devam ediyor üstelik. Çevremizde olup biten bunca yeniliğe rağmen hâlâ mimarsız yapılarda, hâlâ aynı oturma düzeninde, doğruyla yanlışın arasındaki boşluğu ıskalayan eğitim sistemi devam ediyor. Her şeyin başı eğitim, öyle değil mi, düştük klişenin kucağına, ama hemen kalkalım. Gölgemiz kalsın, biz oynayalım.
Gölge diyor Engin Geçtan “Hayat”ta, “yani ruhumuzun öteki yüzü, bilinçli zihnin karanlık kardeşidir.” Geçtan yazarken okurla, yazarlarla, gölge hakkında da Jung’la söyleşiyor. İsmiyle müsemma bir kitap. “Hayat”ın içinde hakikaten hayat var. Kuantum fiziğinin açtığı yeni yollardan gidiyor Geçtan, tarihe çıkıyor bazen, bazen siyasete, insana, dine, internete. Üstelik bütün bunları çizgisel değil döngüsel bir planla, aynı yaşadığımız hayat gibi, daha önce yazdığına, söylediğine atıflar yaparak yazıyor. Gölgede kalmıştık, hatırladım, gölge diyor yazar karanlık yanımızdır, sakladığımız “ben”, persona ise başkalarınca onaylanmak, bizi aralarına alsınlar diye taktığımız maske. Bu ikisinin sık sık buluşması gerekir diyor doktor. İkisi buluşmazsa yalnız kalıyormuş insan. Yalnız kalınca yabancılaşıyor. Ne oluyor sonunda. Göbek havası çalarken orkestra sandalyesinde kalakalıyor.
Gölgesiz oynanmaz bu çıktı ortaya. Ömer Faruk’un Yarabıçak kitabı böyle gölgeli ve oynak bir hatırayla açılıyor. Memleketi terk edecek arkadaşa, günün anlam ve önemine yakışır bir veda için rakı masası kurmuşlar, Kumkapı’da. Muhit kalabalık. Yerlilerden çok turist var. Çalgıcılar geziyor masaları. Bizimkiler mutlaka memleket meselesi konuşuyorlar ki, bu ilk turda müzik istemiyorlar. Kafalar tütsülendikten sonra, ikinci defa gelince grup, anlatıcı haydi diyor, neyi çalmak istiyorsanız onu çalın, çalarken en mutlu olduğunuz şarkıyı ya da. Başlıyor müzik. Derken Ömer Faruk gölgesiyle kalkıyor ayağa. Gölge personaya karşı masada oturan kadınlardan birini gösteriyor, kaldırsana onu da, diyor, nazlanmıyor persona. Kadın da nazlanmıyor. Kadın dans ederken, gölge çoşuyor, masaya çıkarsana diyor, herkes görsün. Hoop kadın masaya. Derken sokaktaki bütün çalgıcılar aynı ezgiyi çalmaya başlıyorlar, herkes ayakta, kadınlar masada.
Ömer Faruk’un kitabı da yeni kitaplardan… Yeniden kastım basım tarihi değil, tarzından bahsediyorum. Deneme havasında giderken birdenbire roman oluveriyor, roman kahramanları konuşurken deneme yazmaya başlıyor sonra. Roman bir başka romana, Melih Cevdet’in Raziye’sine selam çakıyor, en sonunda da yazar günümüzün Ahmet Mithat’ı gibi bize, yani okurlara sesleniyor. Ömer Faruk kendisi söylemese de bir önerisi var aslında. Belli ki yaşadığımız hayata ilişkin dertlenmiş, derdi olanın önerisi oluyor zaten. Diyor ki başka türlü yaşamak mümkün mü? Üstelik bakın neredeyse her ülkede, yanı başımızda başka türlü yaşayan Çingeneler bunu yapıyorken, biz neden yapmayalım? Gelecekten, birbirimizden, vatandan, bayraktan, paradan bir şey beklemek yerine neden gölgemizle buluşmayalım!
Ben olsam kadını eve davet ederdim dedi, gölgem. Hemen ışığı kapattım.
Aralık 2014, Sayı: 4, Kamyon