3

mesele.pngİhlale Davetiye: Yarabıçak

Fahrettin Ege

Ömer Faruk’un İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabının alt başlığı Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları. Kuşkusuz bu alt başlık okura ilk bakışta bir döneme dair saklı anıların ortaya koyulup bugünün bakış açısıyla tartışıldığı bir metni vaat ediyor. Geçmişin kazınması, aktarılışı ve bir de itiraf olduğuna göre belki esaslı bir yüzleşme beklentisine sokuyor. Öyle de zaten. Ama bu, Ömer Faruk’un kitabının önemini, ama sadece tek bir yönünü tanımlıyor. Fakat okur diğer yönleri ihmal ettiğinde, veya daha doğrusu kitap boyunca, hatta en baştan ortaya çıkan diğerlerini sadece ikincil, önemsiz ya da anlamsız bir karmaşa olarak görmek istediğinde, devrim, sol ve mücadele hakkında bazılarını kızdıracak ve bazılarını sevindirecek, süregiden kısır tartışmaların dar sınırlarının dışına taşmayan, şiddetsiz, sarsıntısız ve herkesin halinden memnun bir şekilde kitabı tamamlayacağı bir okuma olacaktır bu. Şüphesiz böyle okuyacak ve zihindeki kaba tekrarların hüküm sürmeye devam etmesine izin verecek olanlar vardır. Veya yine aynı kapıya çıkacak şekilde, beklentilerine uygun bulacak ya da tam tersine beklentilerinin karşılanmadığını hissedecek olanlar da vardır. Ancak bu metin, başka türlü okumaları mümkün kılacak ve dahası teşvik edecek ölçüde provokatif, okurun alışık olmadığı ve hatta alışkanlıklara açıkça saldıran üslubuyla, baskın kanılara uygun olacak şekilde düzenlenmiş bir yolda ilerleyen bir anlatım yerine, birden fazla yön, uzaklardan gelip kesişen veya kesişmeseler dahi birbirlerine seslenmeye başlayan çoklu patikalar sunuyor ve belki satır aralarında henüz keşfetmediklerimiz, belki daha icat etmemiz gerekenler… Alışkanlıkları delip geçen, sıkça başvurulan bir hafızanın çerçevesinde geliştirilen tartışmaların sınırlarına şiddet uygulayan onlarca patika.

Peki neden bu üslup? Firari bir devrimcinin Çingenelerle karşılaşıp durağan düşüncelerinin, katı inançlarının altüst oluşu veya daha geniş bir açıdan bakılacak olursa iki farklı yaşam pratiğinin (bir yanda devlet gücünü ele geçirip yeniden düzenleme arzusu ve diğer yanda ihlal) karşılaşması elbette alışkın olduğumuz bir tarz ile de kaleme alınabilirdi. Ama eğer öyle yapılsaydı, ihlal sadece anlatılmış, ama Çingenelerin, göçebelerin ya da kaçıp gitmeyi bilenlerin yaşam tarzına nüfuz edilmemiş, sadece aydın bir seyircinin konumu benimsenmiş olacaktı. Yarabıçak ise anlatmıyor, ihlal ediyor. Çingenelerle bir benzerlik yakalamak veya yazma etkinliği vasıtasıyla bir taklit etme değil, ama bir bağlantı kurma, bir deneyimleme sorunu bu; ifadenin biçiminin bozulduğu, sayfa düzeninin dahi kaçıp gittiği, ama öte yandan karakterlerin ağzından zaman zaman başka şahsiyetlerin sesinin işitildiği, bir gerilla gibi düzensiz ya da başka bir düzende dövüşen, samimi olmakla birlikte gerçeğin bir kısmını belki hâlâ saklayan, hatta söylenenlerin ne kadar gerçek olduğunun artık önemsiz olduğu, çünkü doğruyu söylemenin artık hiçbir öneminin kalmadığı, kendi gerçekliğini yaratan, ihlalkâr, Çingene bir üslup.

Yazının, yazmanın dokuz sekizlik hali…

 

ÇİNGENE BİR ÜSLUP
Ancak gerek yaşam tarzındaki, gerekse yazım üslubundaki (ve olasıdır ki başka birçok alandaki) bu ihlali ya da göçebe tarzı tanımlamak için öncelikle neyin ihlal edildiğinin tanımlanması gerekir. Kitap boyunca farklı örneklerle ve zengin bir şekilde aktarılıyor bu: bedeni organize eden, organların sınırlarını belirleyen, yaratıcılığın önüne engeller diken, insanı sadece toplumsal ve işe yarar işlevlerini göz önüne alarak yeniden üreten aşkın imge; veya daha dar bir anlamıyla devlet, ama zihinsel süreçlerden organların organize olma tarzına, günlük kullanılan dilden yazım üslubuna kadar hayatın bütününe nüfuz edip kişileri yapabileceklerinden alıkoyan devasa bir devlet. Diğer yandan, bastırdığı toplumsal faillere başka bir alternatifin olmadığını, tüm olasılıklar içinde en iyisinin bu olduğunu ve zaten değişimin imkânsız olduğunu, başka bir yaşamın kurulamayacağını ve bu yüzden maceradan sakınılması gerektiğini sürekli ve ısrarla dikte eden ahlaki bir organ olarak devlet. Ve bütün bunlar, gücün yönünün ve organize olma tarzının sadece yukarıdan aşağıya doğru dikey bir yönde kurulması gerektiğinin ve toplumun yanal bir organizasyonunun daha en başından uzak durulması gereken bir saçmalık olduğunun dayatılmasıyla bir arada ilerler; bununla da kalmaz, dikey yapının dışında kalan ya da dışına kaçan davranışları, kişileri, grupları, üretimleri, yaratıcılıkları, kısacası ne varsa, gözetler ve teşhis eder, bir kısmını kontrol altına alır ve soğurabildiklerini soğurur, bazılarını engeller ve yeri geldiğinde tüm şiddetiyle yok etmeye çalışır. Esas sorunsa şudur: bu özellikleriyle aynı zamanda bir bilinçdışı tesis ederek kişilerde ve gruplarda dahi kendi varlığını hissettirmeden bulunmaz mı? Dahası belirli bireyleri ve grupları yaratan da bizatihi o değil midir? Sol ve devrimci örgütlere bile musallat olmamış mıdır? Şüphesiz evet. İşte ihlal sadece sarayıyla, binalarıyla, politikacılarıyla, polis gücüyle görünür olan devleti değil, ama Foucault gibi konuşmak gerekirse “mikro-faşizmi,” gözle görülmeyen polisi, modern hukuk sisteminin bireyin günlük yaşamında ve zihinsel süreçlerinde süregiden faaliyetlerini de ihlal eder. Ve yine bunun bir uzantısı olarak merkezinde devletin, büyük gösterenin bulunduğu konuşma ve yazma dilini, yani “öğreten” bir konumdan konuşan, nesnesini “dır” ekiyle açıklayan, anlamlayıcı gösterge rejiminin sınırları içinde kalan majör anlatımı, söz ve anlatım dizininin bastırıcı yapısını ihlal eder.

 

SARAY VE MİKRO-FAŞİZMİ İHLAL
Makro-faşizme, iktidarların büyük baskıcı uygulamalarına itiraz etmek söz konusu olduğunda yüzyıllara yayılmış çeşitli pratikler ve anlayışlar mevcuttur. Ancak bunun yanında mikro-faşizm de söz konusu edildiğinde itiraz ya da karşıtlıktan daha fazlası, farklı bir etik-politik yaklaşım, gerçek bir ihlal gerekli hale gelir. Diyebiliriz ki ihlal, mikro-faşizme iştirak etmeyerek makro-faşizm ile de mücadele eder. Ama burada ihlal derken kastedilen nedir? Burada söz konusu olan şey yasayı ihlal etmek ya da yasa-ihlal oyununa dahil olarak olumsuz bir yöne ağırlık vermek değildir, sadece yukarıdan aşağıya doğru organize olduğu varsayılan gücü ele geçirme arzusu da değildir. Olumsuzlama ile ya da yasanın yasakladığı şeyi çiğneme arzusu ile yola koyulmaz, çünkü bu zaten iktidarın tuzağına yakalanmak, yem imgeye kapılmak ve kaçış çizgisinin daha yolun başında, bir yaratıcılığa sebep olmadan kesintiye uğraması anlamına gelir. Ve zaten yasanın da amacı budur. İki karşıt terim arasındaki bir seçimi dayatarak, ihlali olumsuz olana yönelmeye veya karşıt terimi olumsuzlamaya indirgeyerek bütün çıkışları önceden tutmak. İhlali yasanın ihlaline kadar küçültmek ve gerçek bir değişimin mümkün olabileceği fikrini gözlerden uzakta tutmak. O halde sorun, bedenin yapabileceklerini yasalarla (sokaktaki ve bilinçdışındaki polisle), çalışma hayatının getirdiği zorlamalarla, modern hayatın dayatmalarıyla, sermayeye ayarlı saatlerle vb. kısıtlayan, organları toplumsal ve bireysel işlevler açısından ele alan ve teknik-toplumsal makinelere, başka insanlara, doğaya, cinselliğe, devlete, kutsallık atfedilenlere belirli bir tarzda onları bağlayıp bastıran, yapılabileceklerin, söylenebileceklerin, düşünülebileceklerin, deneyimlenebileceklerin sınırlarını ego ile gözetleyen koordinatlı sistemden kaçmaktır.

Ama bu kaçış ne bireyseldir, ne de toplumsal ve politik yaşamın geride bırakıldığı bir romantizmdir; üretimin askıya alındığı bir tembellik hali de değildir. Aksine üretken, toplumsal ve politiktir. Kaçış çizgisi bir noktadan çıkıp başka bir noktaya gitmez, toplum/birey, kent/kır, sanayi/doğa, legal/illegal gibi ikili karşıtların arasında bir tercih yaparak yola koyulmaz; koordinatların, noktalı sistemin bütünüyle dışında, yaratıcı, pürüzsüz bir uzamı kurar ve işgal eder. Noktalı sistem karşıtlıklar vasıtasıyla özdeşlikleri tesis ederken ve iki nokta arasında yer değiştirenler her zaman kendi özdeşliklerini korudukları varsayılan varlıklar iken, kaçış çizgisi, Deleuze ve Guattari’nin terimleriyle oluş[tur]. Hayvan-oluş, kadın-oluş, azınlık-oluş, bitki-oluş, molekül-oluş vs. Ve kaçış çizgileri, noktalı sistemin perspektifinden bakıldığında yer değiştirmedikleri ve bu nedenle algılanamadıkları için, algılanamaz-oluş.

Kaçış çizgisi durağan bir yolculuktur, mutlak hızdır. İşte bu nokta tam da ihlalin devletçi bakış açısından görülemediği ve yasaya göre tanımlanamadığı, karşıt ve olumsuz imaları terk edip yaratıcı ve olumlayıcı bir anlam edindiği yerdir: oluş, kodların çerçevesinde kurulan özdeşliklerin bozulması, erkek/kadın, insan/hayvan türünden dışlayıcı ayrımların çözülmesi, organların dayatılan organizasyonu tekrarlamak yerine yaratıcı ve üretken deneyimlere açılması, veya daha genel olarak sınırların dışında akan kodu çözülmüş ya da kodlanmamış bir akımdır.

Deleuze ve Guattari bunu şizofreni diye adlandırır, hastalık değil ama bir kod çözümü süreci, pürüzsüz bir uzamın kuruluşu olarak şizofreni, Anti-Ödipus’ta şöyle yazarlar: “Şizofren ölü ya da diridir, ikisi birden değil, ama uçarak katettiği bir mesafenin uç noktaları olarak ikisinden her biri. Çocuk ya da ebeveyndir, hem biri hem öteki değil, ayrıştırılamayan bir uzamdaki bir çubuğun iki ucu gibi, birinin bittiği yerde ötekisidir… Hegelci filozofların sonuncusu gibi, şizofrenin de ayrımların yerine çelişik olanların özdeşliğinin belirsiz sentezlerini koyduğu sonucuna varırsak, bu düşünce yöntemini bütünüyle yanlış anlamış oluruz. Ayırıcı sentezlerin yerine çelişik olanların sentezlerini koymaz, ama ayırıcı sentezin dışlayıcı ve kısıtlayıcı kullanımının yerine olumlayıcı bir kullanım koyar. Ayrımın kendisidir o ve orada kalmaktadır: derinlikli bir çalışma vasıtasıyla çelişik olanları bir tutarak ayrımı yürürlükten kaldırmaz; aksine, bölünemez bir mesafeyi kateden bir uçuş ile onu olumlar. Basitçe bir biseksüel, ikisinin arası veya cinsiyetler-arası değildir, ama transseksüeldir. Transdiriölü, transebeveynçocuktur.”

Ama dahası da var, özdeşlikleri bozduğu ve karıştırdığı, büyük politikalara iştirak etmediği için kaçtığı şeyi de kaçırmakta, iktidarların öngöremediği tehditleri icat etmektedir. Deleuze ve Guattari, İngiliz-Amerikan edebiyatındaki hayvan- ve kadın-oluş deneyimlerinden, pürüzsüz uzamları kuran ve işgal eden Türk ve Moğol göçebelerine, müzikteki kırık ritimlerden devlet ve akademi tarafından kabul görmeyen veya ikincil ya da önemsiz bir yere konumlandırılan filozoflara kadar geniş bir yelpazede örnekler verir. Örnekler elbette çoğaltılabilir, bunun sebebi göçebeliğin belirli bir tarihe özgü bir örgütlenme tarzı olmaması ve nerede majör bir uygulama varsa orada aynı zamanda minör bir kaçışın da bulunmasıdır.

 

“KİMLİK” DEVLETE ORTAKLIK TALEBİDİR!
Ömer Faruk’un Çingeneleri seçmesi tesadüf değil. Çünkü sorun azınlık bir kimlik adına politika yapmanın çok daha ötesindedir. Hatta bir kategori olarak “kimlik” bütünüyle konu dışıdır. Özdeşlik, Deleuze’ün ontolojisinde sadece olaylara belirli bir perspektiften bakıldığında görülen bir yanılsamadır. Dolayısıyla ontolojide kurucu olmadığı için herhangi bir kimlik kategorisi belirli bir devrimci politikanın bir başlangıç noktası olamayacağı gibi hedefi de olamaz. Azınlık olarak tanımlanan bir kimlik kategorisi dahi molar bir nitelik olarak dışlayıcı ve ayrımcı ilişkilerle kurulduğu, bir iktidara ve bir ötekine göre kendisini tanımladığı için faşizmin yayıldığı bir merkez olarak işleyebilir. Dışlayıcı ve ayrımcı ilişkiler sadece majör kimliklerin kullandığı mekanizmalar olmadığı için, Deleuze ve Guattari’nin kadın-oluşu kadınların da deneyimlemesi gerektiğini söylemesi gibi, bir azınlık-oluşu da hem hâkim hem de azınlık kimlikler deneyimlemelidir. Dolayısıyla kimlik gibi bir terim devlet ile hâlâ suç ortaklığı içindedir (bu, kişilere kimliklerinden vazgeçmelerini telkin etmek değil ama tek başına kimliğin devrimci bir siyaset için yeterli bir çıkış noktası olmadığını söylemektir). Çingeneler bu suça ortak olmazlar, hatta onların bir kimlik şekillendirmediği dahi söylenebilir. Çünkü ilk başta ve en önemlisi, bir devlet kurma güdüsüyle hareket etmezler. Kayıt altına alınmayı reddederler, devletle ve modern insanlarla belirli bir mesafeyi korurlar, saatleri kapitalizme ayarlı değildir, seçtikleri meslekler sanki sadece onlara özgüdür, müzikte kullandıkları ritimleri kırıktır, asla tek başına etnik özelliklere dayanarak tanımlanamazlar, kendilerini anlatmazlar veya olduklarından farklı anlatırlar, devlet tarafından gettolara asla tam olarak sıkıştırılamazlar, pürüzsüz bir uzam ve farklı bir mekân algısı kurarlar, iki durak arasında hareket etmezler ama iki hareket arasında dururlar. Kaygandırlar, algılanamazlar. Bu yüzden bir analizin değil fakat bir karşılaşmanın, bir temasın, bir duygunun nesnesi olabilirler. Ve bu aşamadan sonra sorun Çingenelere dair iyi bir tasvir değil, ama politik olarak karşılaşmalara ve dönüşümlere açık olmak veya yazarın durumunda minör bir dili, yazmanın göçebe bir deneyimini sunmak olacaktır.

 

YOLDA OLMANIN POLİTİKASI
Böylesi karşılaşmaların ve yazma deneyimlerinin şüphesiz ki etik ve politik sonuçları vardır; sol teori, devrimin niteliği, siyaset pratiği vb. konularda tartışmalara sebep olacağı da açıktır. Ancak buradaki hassas nokta, bu sonuçların asla yeni bir doktrine yol açmadığını gözden kaçırmamak ki, Yarabıçak’ın da böyle bir derdi yok zaten. Bu yaklaşım ne yeni bir devrim programı önerir ne de yeni bir analiz tarzı, ama bir organsız beden kurmanın etiğine işaret eder. Organsız beden kavramını Deleuze ve Guattari Antonin Artaud’dan ödünç alarak kullanmıştı; bedenin, organlardan değil ama organların organizasyonundan (veya organizmadan), sabit biçimlerden kurtulması, bir başka deyişle katmansızlaşmasıdır. Bu, bedeni parçalara ayırmak değil ama deneyimlere açılmak, bedenin yapabileceklerin genişletilmesi anlamına gelir ve kaçınılmaz olarak çoğulculuğa doğru yönelir. Özdeşliklerin, ikili karşıtlıkların ve gösteren[in] yerini kolektifliğin almasıdır; organsız beden bitkileri, hayvanları, aletleri, insanları vs. ve onların fragmanlarını bir araya getiren ve kurulu ilişkilerin tümünü mutasyonlara açık kılan pürüzsüz yüzeydir; ve onun üzerinde önceki organizasyonlar mutasyona uğradığı anda bu organizasyonlara dayanan kimliğin yerini de göçebe özne alır. Artık gücün dikey örgütlenmesinin bir ürünü olarak kurulan ve ben/öteki gibi dışlayıcı ayrımların referans noktası olarak işlev gösteren kendisiyle özdeş özne ya da kimlik değil, ama ilişkiler çokluğu boyunca her deneyimle dönüşen, devletin üst-kodlamalarının çözüldüğü, mikro-faşizmin tutunacak bir ağaç dalı bulamadığı bir öznedir. Bir pratikler kümesi vasıtasıyla mekânın aşama aşama yaratılışı, molar ve moleküler düzeylerin yeniden düzenlenmesi ve benliğin şekillendirilmesi eşzamanlıdır, ama asla bir anda değildir, çünkü bunun için kurucu özgül standartlar yoktur; ve büyük ölçüde, karşılaşılan engellere yönelik stratejilerle ve pragmatizmle ilişkilidir. Dolayısıyla organsız bedenin kuruluşu zorunlu olarak aynı anda politiktir de, çünkü farklı bir politik özne ve farklı bir politika pratiği yarattığı gibi, güç ve devrime yönelik belirli tasavvurlara dayanan politik programları da deneyimlerle birlikte mutasyona açmaktadır.

Ömer Faruk’un kitabının hem politik bir önemi var hem de bir duyguyu iletiyor. Bir yolda olma duygusu bu. Ve aynı zamanda yolda olmanın politikası. Sebebi ise karşılaşmalara ve etik-politik sorunlara dair bir metin olması. Anlatmayan, açıklamayan, ama okuru bir yaşam pratiği ile temasa sokan, kişinin katmanlarına değil ama bedenine dokunan bir metin. Bir başlangıç ve bir sonuç noktası arasında uzanan bir yol değil, sistemli ve organize bir ilerleme de değil, ama bunun yerine okuru daha başlarken yolun ortasında alan ve bittiğinde onu yine yolun ortasında terk eden bir ilerleme. Ve aynı zamanda politik alanın içinde sanatsal olanın açığa çıktığı, görüşe duygunun, egoya bedenin tuzak kurduğu bir ilerleme. Kaçınılmaz olarak böyledir; Deleuze’ün söylediği gibi, bedenimden kaçmak isteyen ben değilimdir, ama benden kaçmak isteyen bedenimdir.

Mesele kitap dergisi, Ağustos 2015

mesele2.png