Yarabıçak: “Merkezî Havlayanlara”
Karşı “Aşağı Doğru Tırmananlar”
Levent Şentürk
“Ömrünü mutfak ve tuvalet arasına döşenmiş bir boru gibi geçirenler yaşadıkları hayata ne ad verirler?”
Yarabıçak, s. 139.
“Marighella’nın, buluşmalara tam vaktinde gelen, her yüzü hatırlayan, yazılı evrak kullanmadan haberleşen, konuşulanları unutmayan, hızlı karar veren, namluya sürülmüş mermiyle yaşayan, sürekli gözü kapıda, pencerede olan… diye tarif ettiklerine benziyordu.”
Yarabıçak, s. 85.
“…sahip olma gibi şifasız bir hastalığa tutulmuş, bir türlü iyileşemiyor. Oysa sahip olmak için harcadığı çaba yerine zanaatkârlığı ve zarafeti tercih edebilir, iyileşebilir…” “…ufkunuz yoksullukla, paylaşmakla sınırlı; esas sorunun yoksunluk olduğu aklınıza bile gelmiyor, yoksun insan ne kendini, ne kullandığı aracı ne de ilişkilerini yaratabilir.”
Yarabıçak, ss. 104, 105.
Yerleştikçe, ihlali daha çok düşünürüz; yerleşik-olmayanın belli bir şeyi ihlal etmeye odaklanması gerekmez. İhlali yerleşikler takar kafasına; her anı bir şeyleri ihlal etme üzerine kurulu olanlar zaten özgürdür. Yarabıçak: “Kendi düşen ağlamaz”; kurulu düzeni, farkında olmadan, bir ucundan inşa etmeye devam ederiz.
Yarabıçak: Şiir hariç, yetişkinlerin edimsel dünyası, ya yaranın ya bıçağın dünyasıdır. Yetişkinler, yarabıçağı düşlemsel olarak bilir. Çünkü pratik yaşamlarında hangisinin fail, hangisinin maktul olduğu birbirine karışan müphem bir imge yer bulamaz. Çizilmiş, şüpheye yer bırakmayan bir dünyadır bu.
“Hem yarayım hem bıçak
Tokat benim, yanak da!
Çark benim, çarka gerilmiş beden de!
Kurban benim, cellat da!”
(J. Starobinski’den alıntı, Yarabıçak’tan. Ömer Faruk. 2014. İstanbul: İthaki)
diye seslenen gamlı, varoluş karşısında dehşete düşen “bilge” kişi bir yetişkindir. Yarabıçak böyle kederli ve –Nietzscheci bir ifadeyle– olumsuzun sözleriyle değil de, bir çocuğun sözleriyle dile geldiğinde anlamını bulmuş olur. Hem neşeli, hem şizofrenik, hem kodlanmamış hem de unutkan; korkusuz, ölüm nedir bilmeyen çocuksal bir aktif gücün atılımı ve yaratıcılığıdır Yarabıçak.
Bir çocuğa bu imgeyi verin, bakın şairinizi ne kılığa sokar; imgeleminin kahkahalı ve şakrak utanmazlığıyla, nasıl yerden yere vurur gamlı, tövbekâr, mütefekkir şairi; yetişkinlerin saygınlık haritasından siler onu.
Yarabıçak kitabı provokatiftir; kendi alanım olan mimarlığı düşündüğümde; akademik hayatını “düz bir gelişim çizgisi” üzerinde geçireceğini varsayan öğrencilerin teorik derslerinde okutacağım sarsıcı, altüst edici boyutları olan bir kitap. Yerleşik hayatın üretim ilişkileri, değerleri, inançları, ahlakı, alışkanlıkları, dilleri, kodları, yazarın her sayfada hedef tahtasındadır; içinde öznelliğini üreteceği kodların kendine verilmesini bekleyen tasarım öğrencisi için bu kitap sert bir köksüzleşme talimidir.
Yarabıçak, sadece öykülerken değil; alıntılarken, fısıldarken, parantezler açarken, sorular sorarken, aktarırken de derinlikler yakalar. Banka soyan devrimcinin öyküsü (kitapta yazarın alt-benliklerinden biri) bunlardan en geniş olanıdır. Devrimci gencin yersizyurtsuzluğu da, ideolojik bağlanımının körlüğü de eleştirilir; örgüte bağlanımı bunca kökten, polisten kaçışı bunca kesin olmasa, onu mezarlıklarda, metruk evlerde, bekâr odalarında, ucuz otellerde, Perili Köşk’ün teras katında hangi güç yatırabilirdi, bilinmez; bu nedenle causasui bir göçebeden ziyade, kaderinde göçebelik olan bir tür tragedya kişisi gibidir.
Yarabıçak, kuramsal metinlerle bağ kurarken ve “çekiçle felsefe yaparken” nice vadilerin arasından geçer. Sözgelimi: Michel Maffesoli’nin Göçebelik Üzerine’sinden alıntılar yaparken (Bağlam 2011), Benjamin’den “bir şehirde yolunu bulamamak çok da bir şey anlatmaz. Fakat bir şehirde yolunu kaybetmek tıpkı bir ormanda yolunu kaybetmek gibi eksiksiz bir eğitim ister. Bir tek yaşamı belirsiz kabul edip öyle yaşamayı bilecek bir kendilik bu iradeyi gösterebilir” diye aktarırken (s. 41); “Venedik’te (kaçak) âşıklar suda (gondola, hareket edene, belirsizliğe biner, tesadüfü arar) yaşar; İstanbul’da âşıklar Boğaz kıyısında oturur, hareket etmez, belirlenmişe razı olur, suyu seyreder” (s. 42) derken; “Boğaz’ın köprüaltı hayatları yoktur, dip akıntıları vardır” diye eklerken; “göçebelik, başıbozukluk, macera, yaşama zevki, düş, asilik, aşk… yeni bir toplumsallığın güvenilir yapıştırıcılarıdır” (s. 42) derken…
Tanrıtanımazlığın çarpıcı manifestosuna, aynı eskatalojik şiddetle cevap verirken ve şöyle derken: “İtaatleri mabetlerinin çokluğu ve büyüklüğü ile ölçülür”(s. 43); özneyi “ifade eden, dönüştüren, varlığını dünyaya yansıtan, dünyayı kendi varlığının ifadesi olarak dönüştüren, kendi varlığını başkasının eline teslim etmeyen, ona sahip çıkan” diye tanımlarken; J. Kovel’in Tarih ve Tin’ini anımsatırken (2000. İstanbul: Ayrıntı Yayınları); gerçek mi kurmaca mı olduğu belirsiz Abdûlgaffar El Hayatî’nin “Boşluktan daha derin (= yoğun) başka ne var?” sözünü ve kitaba yayılan tüm sözlerini boş sayfaya kaydederken; Oruç Aruoba’nın efsanevi Yürüme kitabından alıntılar yaparken; harita ve krokiden söz ederken (s. 54); evcil ve vahşi karşıtlığını (birey-kişi, kopya-tip, taklit-figür) dile getirirken (s. 55) düşüncenin tekinsiz coğrafyasında arı gibi dolaşır ve hepsinden özgül bir nektar üretir…
Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanındaki karakter, devrimci gencin sevgilisi haline getirilir. Bununla da kalmaz, anlatıdaki devrimci, romandaki devrimcinin yerine geçer; iki hikâye birbirine eklemlenir. Hayatı kaymış münevver eleştirmen karakterinin argümanlarının, Raziye’deki çiftlik sahibi dayıyı eleştirmek için kullanılması bir başka katlanma noktasıdır. Bir noktada ana karakter diğerine Raziye romanını tavsiye eder; böylece anlatıda karmaşık bir katmanlaşma daha kendini gösterir.
Kitap herhangi bir sayfasından kolayca bu yeraltı sularına uç veren patikalarla okuru içine alır ama patikalar her seferinde başka görkemli oluşumları okurun önüne serdiği için, okur kaybolmak üzere yoluna devam eder.
Yarabıçak, esin kaynaklarını kaynakçasında paylaşmakla yetinmez; göndermelerini sayfası sayfasına serimler; ki okur metinlerarası bağlamı (yaylaları) ayrıntılarıyla yeniden oluşturabilsin. Bir yazarı sadece yazdıklarından değil, işaret ettiklerinden de var edebiliriz.
Öyle bir yazar düşünelim ki, tek sayfa yazmamış olsun; sadece okudukları var. Onun, altını çizdiği metinlerden müteşekkil, gayrimaddi bir pastiş olduğunu varsayabiliriz elbette; ama onun göçebe bir yok-kimlik olmadığını, dilsiz bir dilin sahibi, yokluğuyla minör bir edebiyat üretmiş bir yazar olmadığını söyleyebilir miydik? Böyle bir yazar, yaptıklarıyla değil de hiç yapamadığı şeyle, yazmayışıyla bir rizom oluşturmaz mıydı?
Yarabıçak’ta metin içindeki alıntılar tırnak içinde verilir, hangi kitaptan olduğu ve sayfası verilmez; bu da okuru keşfe teşvik eder; akademik referans alışkanlıklarının dışında bir tavırdır bu.
Yarabıçak anlatmıyor, ihlal ediyor. Çingenelerle benzerlik yakalamak veya yazma etkinliği vasıtasıyla taklit etme değil, ama bağlantı kurma, deneyimleme sorunu bu; ifadenin biçiminin bozulduğu, sayfa düzeninin dahi kaçıp gittiği, ama öte yandan karakterlerin ağzından zaman zaman başka şahsiyetlerin sesinin işitildiği, gerilla gibi düzensiz ya da başka bir düzende dövüşen, samimi olmakla birlikte gerçeğin bir kısmını belki hâlâ saklayan, hatta söylenenlerin ne kadar gerçek olduğunun artık önemsiz olduğu, çünkü doğruyu söylemenin artık hiçbir öneminin kalmadığı, kendi gerçekliğini yaratan, ihlalkâr, Çingene bir üslup.
(Fahrettin Ege. “İhlale davetiye: Yarabıçak”)
Yarabıçağa dair yukarıdaki alıntıyı, ifadelerini genişletmek için epigraf haline getirdim. Kitabı okurken ve sonrasında, kitabın ihlallerini, Çingene-oluş ufkunu, kitabın tasarımını, karakterlerini ya da Deleuze düşüncesinin kimi kavramlarıyla ilişkilerini ele alarak genişletmeler yapmayı deneyeceğim.
Kitabın ihlale yaklaşımı, kurulu düzenle ilgili. (Argın’ın önsözünde karşılığını “ihtilal değil ihlal” diye bulan yaklaşım.) Metin “ihtilal” dense, devrimsel bir “an”dansa ve bu “an”ın aşındırılma sürecindense, “ihlal”in mikro topografyasını ve sürekliliğini önerir. Kitabın varlığıyla hangi ihlalleri gerçekleştirdiği sorusuna çelişkili yanıtlar bulunabilir.
Sözgelimi, kitabın “mevcut piyasadaki kitaplardan biri olarak” hiçbir şeyi ihlal etmediği gibi bir kontratak da gelebilir; diğer taraftan, metinde aranacak ihlalin boyutlarını bir iç yolculuk, yazarın kendiyle ve benliğinin katmanlarıyla şifreli bir hesaplaşma gibi okumak da mümkün olabilir. Kitap, okurun önünde gitgide açılan derinlikleri sayesinde tutkulu okurlarına ulaşmış olabilir; kitap hakkındaki yazılar bu okurların erken yankısı gibi görülebilir. Bu derinliklere ikna olmayan ya da kolay yelken indirmeyen okur için ne yapılabilir? Bu okurlar için kitap ne söylüyor? Pençe savuran, tıslayan, yazarını kanlı yiyen okurla ne yapılacak?
Kitap Çingene-oluşu, kimlik verilerinin tamamından kapsamlı bir uzaklaşma gibi sorunlaştırmakta, sadece devletsizliğin bir biçimi olarak değil, beden ve neşe açısından da Çingeneliği öykülerken okuru kışkırtmaktadır. Çingeneliğin boyutlarını adım adım haritada gösterirken, ortalama, kiç Çingene imgesini zorlayan girişimlerde bulunur. Her ne kadar bu imgeyi kökünden değiştirmektense meşrulaştırmayı amaçlasa da, Çingeneliğe ilişkin değinileri, okurun kendi hayatıyla ilgili bir tartışma başlatması için yeterli olur. Bu tartışmayı Çingenelik etrafında değil, çok daha başka kaynaklar ve metaforlar etrafında yapmayı mümkün kılacak metinsel katmanların eksik kaldığını düşünebilecek bir okur grubu da mevcut olabilir. Bu tür okur, Çingeneliğe önyargılı da olabilir ya da burada kendi özgürleşme perspektifine yanıt bulamadığından yakınabilir.
Çingenelik meselesini azınlıklar, göçebelik kavramı ve Türkiye’deki reel-politik açısından gündeme getirmek önemlidir. Çingeneler görünmez bir azınlıktır, her kanattan politikacıların kimlikleri mezhebe ve etnik mensubiyete indirgeyen yararcı yaklaşımında adları geçmez. Onlar kimsenin oy deposu olmamıştır. Yazarın dramatik biçimde değindiği gibi, soykırımlarını bile kaydetmemiş, unutmuşlardır. Çingeneliği edebiyat bağlamında bile araçsallaştırmak olası gözükmüyor.
Bir başka konu, sayfa düzeni, kitabın parçacıl, hatta paramparça kurgusuna işaret eder. Kitap bir tür manüskri, bitmemiş bir taslak, geliştirilmeyi bekleyen bir dosya gibi (ABÇ: Altını Ben Çizdim) okurun önüne getirilmiştir. Ancak bu bitmemişlik, yolda olma, tamamlanmama ve okurun müdahalesiyle şekillenecek olma hali üzerine bir grafik tasarım girişimi mevcut değil. Bu da kitabın niyetiyle bütünleşemeyen bir boyuta işaret etmektedir.
Kitabın yazar tarafından yapılan tasarımında (bölümlerin sıralaması), metin katmanlarına zaman zaman ayrı birer katman olarak derkenarlar, alıntılar, sorular, tartışmalar ve dipnotlar eklenmesi, başka yapıtlara dair değiniler ve anlatımlar eklenmesi, kitabı “deneme”ye veya “türü saptanamayan bir varlığa” dönüştürür. (Web versiyonu düşünüldüğünde, hiperlinklerle donanmış bir metin söz konusu.)
Okurun kendi dipnotlarını, kendi itirazlarını, derkenarlarını; kendi çatışmalarını, hatta yeni karakterleri, anı ve olayları eklemleyebileceği boşluklu bir kitap fikri de geliştirilebilirdi. Tamamlanmamışlık/oluşum/yolda olma halinin sürdürüleceği bir grafik tasarımı olsaydı Yarabıçak’ın, yazar kitabı baştan sona dağıtmayı iyice abartabilecek ve kendi dışına doğru daha çok kaçabilecekti; böylece çok daha enerjik ve heyecanlı bir kitaplaşma süreci yaşanabilecekti iddiasındayım.
Bu durumda kitaba daha görsel girdiler yapılabilirdi; sözgelimi, çizgili bir felsefe-animasyonuna doğru gidebilirdi; daha karanlık ama daha pop bir karışım haline gelebilirdi kitap. Bu, yazarın eğilip bükülmeden anlatan dobra üslubuna da uyardı. Ama bunun tam tersine doğru da gidebilirdi; sözün ve sayfa düzeninin çığırından çıktığı, görselsiz, tipografik bir süreksizleştirme de yapılabilirdi. Her katmanı başka bir fontla ve başka sayfa düzeniyle kurmak, kitabın bireysel bir ansiklopedinin giriş cildi olduğunu açıkça gösterebilir, etkisini artırabilirdi.
Bildik bir yazı karakteri ve geleneksel, sürekli sayfa akışı tercih edilmiş. Böylesine ekli-büklü bir kitabı yassı, sürekli bir yapıya sahipmiş gibi göstermek potansiyelleri örtebilir. Katmanların her sayfada tek tek hissedileceği kasıtlı bozuşturmalar, ayak izleri, adım sesleri, devrimcinin kaçışı, bedenlerin kösnül birleşmeleri, bilgece çıkışlar, karakterlerin kapışmaları, bulanık âlemler, vb. kitabın tasarımına dahil değil gibidir. Farklı akışlara sahip uzlaşmaz metin türleri bir aradadır kitapta; bunu emek yoluyla yansıtmak gerekirdi. Bu, kitabın yanlış alımlanmasına, sıradanlık etkisine yol açmakta.
Diğer yandan, kitabın paramparçalılığının, alttan alta bütünleşmeye yönelmesini bazı okurlar,“yenilikçi bir yapı kurma arzusuna rağmen, bir bütüncüllük ve egemenlik dayatması” gibi okuyabilir. Kitap bu nedenle, “yolda olmaya değil, yolun sonunu ilk adımdan görmeye” yönelen bir metin gibi algılanma tehlikesi yaşar.
Metnin kendini çelmeleyişi, kendi öznelliğinden de vazgeçmeyi isteyişi takdire şayandır. Yolda olmanın kendinden başka anlamı yoksa, göçebeleşme menzilsizlikle, mühürlüyse, dahası bütün menzilleri anlamsızlaştırıyorsa, boşluk başlıca metinsel malzemeyse, kitap tasarımı önemli hale gelmekte, diye iddia ediyorum.
Kitap tasarımı konusuna bir başka yaklaşım: Uzayda bir yapı inşa edilecekse, yerçekimini temel alan bir inşa tektoniği kullanılamaz. Kıvrım mimarlığı bu nedenle ilk olarak uzay teknolojileri için kullanılmıştır. Hafif, katlanabilir, uzaya gittiğinde açılıp mekânlaşabilir, kendini oluşturan yapı deneyleri, kıvrım mimarlığının bu nedenle öncelleridir: Başka koşullar için başka bir inşai paradigmaya mecbur kalınmıştır. Ancak bu eşikten sonra dünyaya da uyarlanabileceği görülmüştür.
Yarabıçak, uzayda inşa edeceği yapıyı, yeryüzü koşullarında, yerçekimi kurallarına göre inşa etmeye çalışır gibidir. Yani uzaysal bir düşünceyi (Deleuze düşüncesini) dünya koşullarında imal etmeye çalışan bir hali vardır. Temel sorunu budur; konvansiyonel araçlarla, konvansiyon zorlanamaz; konvansiyonel olmayan, otonomik araçlarla gelenek zorlanır, değiştirilir, sarsılır, yerinden edilir; göçebeleşilir.
Karakterlerden hareketle kitabın ana kaygıları üzerine düşünmek mümkündür. Devrimci, soyguncu, redaktör, kontrbasçı genç ve otuz sene sonraki hali esas karakter gibi görünür; onun sofra arkadaşı, akıl hocası, çatıştığı dostu, işvereni, esas karakterin yaşamında belirleyici roller üstlenir; diğer taraftan, çalgıcı genç, Gülbahar hanım ve devrimci gencin hayali sevgilisi “Raziye” bir üçgen oluşturur.
Onların yaşantılarının, kitabın düşünsel bağlamını kuran yazarla bağları güçlüdür. Ama gerçekle ilgileri okunaksız ve güvenilmezdir; yazarın kişisel tarihiyle çarpıtılmış bağlar kuran anamorfik görüntüler olmanın ötesine gitmezler. Yazarın bu karakterleri imgelemesi, bizi geçmişe gönderdiğini söylerken bugünü anlatmayı güvence altına almak için bir kılıf da olabilir. Rakıyı Karanfille İçen Adam ve Banka Soyan (“Kamulaştıran”) Devrimci, 1980’lerde değil, bugün yüzleşiyor olabilir.
Karakterlere mesafe alındığını okur kuvvetle hisseder. Metin karakterlerle bütünleşmez, onlarla alay ettiği olur. Örgüt üyesi genç, kendini kitaplardaki ve filmlerdeki karakterler gibi hayal eder, onlara öykünür. Solla, bedensizlik ve hazzın yasaklanışı bağlamında hesaplaşılır.
Fahrettin Ege’nin yukarıda alıntı yaptığım makalesi (Mesele, Ağustos 2015) Yarabıçak’ı değerlendiren dört yazıdan biridir. Bu yazı, Deleuzecü kavramların geniş bir aktarımına başvurur. Bu anlaşılır bir nedene dayanır: Yarabıçak’ın yazarının Deleuze düşüncesine dair kapsamlı ilgisine. Kitapta bu ilginin doğrudan ifade edildiği bölümler bile vardır. Deleuzecü kavramlar Yarabıçak’ta geçer, işlenir, dönüştürülür, yinelenir. Kitap özcülüğe, devlet tahakkümüne ve her türden bağlayıcı güç fikrine kökten bir itirazla kaleme alınmıştır. Ama bazı okurlara cinsiyetçi ve özcü gelebilecek sayfaları da olabilir.
Yarabıçak’ı provokatif kılan sorularıdır. Bir kitabı provokatif kılanın ne olduğu üzerine de tartışmak gerek: Bana göre bir kitap, bir bütün olarak provokatif olabilir.
Provokatif bir kitap, çatıştığı ideolojiler karşısında aldığı tutumla, değindiği konulara değinme şekliyle birilerini kızdıran metin midir? Bu kadarını, istemeden de olsa her metin yapabilir. Salt içerik üzerinden provoke etmekte zorluk yoktur; söyleyeceğiniz “her” şey, teknik olarak, “birilerini” kızdıracaktır; bütün dijital sosyal medya bunun sansasyonel değeri üzerinde yükselmektedir günümüzde. Troll faşizmi için bu kadarı bile gerekmez, doğrudan salyalı bir hücuma uğrarsınız.
Sanat (Yarabıçak bağlamında edebiyat veya geniş anlamıyla yazı, deneme) söz konusuysa, provokasyon içerikle sınırlı kalmaz. Yarabıçak içeriğiyle minör edebiyatla bağ kuruyor; tasarımı ve kurgusu bakımından bu arzuyu beslemek gerekir; deneyselliğin bu arzuya katkı getirmesi mümkündür.
Yarabıçak üzerine yazılmış dört yazı var. (Fahrettin Ege: “İhlale Davetiye: Yarabıçak”; Ertekin Akpınar: “Yarabıçak: Bellek, İhlal ve İnfaz!”; Cemal Yardımcı: “Daha Çok İhlal” ve Hakan Atalay: “Abdalca bir Hayat: Yarabıçak”.) Benim okuduğum başka bir Yarabıçak’tı. Kitabın açtığı yataklardan ileriye doğu perspektifler almayı değil, bu yataklardan kesitler alarak başka olasılıklara bakmayı denedim.
Yarabıçak, iddia edilenlerden başka, dilin ve düşünmenin rasyonel sınırları içinde hareket etmiştir. Radikal veya irrasyonel bir zeminde konumlanmaz. Türlerin sınırlarında gezinen, herhangi bir türe kolayca dahil edilemeyecek derecede müphem bir yapıt olduğu yorumu zorlama kaçabilir bu yüzden. Kitabın anlatı, şiir, dipnot, soru/fısıltı, alıntı, derkenar, film anlatımı, epigraf, kurmaca epigraf, kaynakça, notlar gibi farklı metin biçimlerini kullandığı gerçektir; bu biçimsel tercihin metnin rizomlaşmasına veya göçebeleşmesine katkısı olması beklenebilir. Bölümlerin birbirine doğru aktıkları, aynı kaygıları paylaştıkları söylenmelidir elbette; farklı formlarına rağmen geçişkenliklerin titizce kurgulandığı da görülmekte.
Yazarı bu sözcüğü hiç kullanmasa da, bu türlerin kolajlandığını söylemekte sakınca yok: Edebiyatta kolajın olumsuz çağrışımları vardır nedense; mimarlık veya görsel sanatlar açısından kolajın böyle bir tınısı yoktur. Yarabıçak’taki kolajın fazla temkinli oluşu tartışılmalıdır esas; aklın sınırlarına doğru uç veren bir kolaj olmayışını sorunlaştırmak ve eli yükseltmesini talep etmek gerekir. Yarabıçak’taki kolaj, zaman zaman parçaları birbirine didaktik şekilde bağlamaya ve sözü dağıtmaktansa toplamaya hizmet edebilmekte. Sanattaki anlamıyla kolajın, imgeyi dağıtıp beklenmedik, yaratıcı, kastedilmemiş anlamları inşa etmek gibi doğurgan bir işlevi vardı.
Yarabıçak, kimi metin türlerini eklemleyerek kesintili bir akış yaratmakta. Kitabı üst-metinler kolajı haline getiren süreklilik, serbest müstezat bir akademik metin de kuruyor olabilir. (Bilgi verici sohbet, hocanın öğrencisiyle sohbeti gibi.) Her sohbette olduğu gibi burada da uzlaşmazlık kendini gösterir; metin kavramları tedavüle soktuğunda, teorik bir doğrulamaya dönüşmekte, yoldan güvenli bir durağa geçmektedir sanki.
Kitabın kuramsal gücü, kimi eleştirel güzergâhlarda yakaladığı derinlik ve skorerlikte (devlet, iktidar, biyosiyaset) kendini gösterirken, başka alanlardaki beklenmedik görüş kaybı nedeniyle (erillik, madun, kuir) skorun aleyhine dönmesi mümkündür.
Düzen ve düzensizliğe dair betimlemelerde kendini gösteren bir duruma işaret edilebilir. “Hapı yutmuş ortalama insan yekûnu” diye adlandırılabilecek güruhun özellikleri sıralanır: Düzenli işi, ailesi, evliliği, çocukları, evi, arabası, yazlığı, sigortası olanlar. Askere gidenler, emir alanlar, emir verenler, emeklilik planı yapanlar. (s. 46.) Arkasından, metin (dikotomiye başvurarak) bu sayılanların karşıtını, düzenin dışına atılmışları uzun uzadıya listeler: Fahişeler, katiller, hırsızlar, dolandırıcılar, evsizler, lgbti’ler, Çingeneler, kaçaklar, vb. Argın’ın sunuşundaki, “gölgeye dönüşen dışarlıklı uyarıcı” durumu burada kendini gösterebilir. Neyse ki metin bununla yetinmeyerek genç gerillanın kaçış çizgilerini, berduşluğu seçen üniversite profesörünün trajedisini derinlemesine çizer.
Kodlu dünya metinde bazen gayet şematiktir:
“Riske girmeden, bilinmezi göze almadan, kaybolmaya cesaret etmeden yapılan her yolculuk kod’un organize ettiği faaliyettir; paketlenmiş gösteridir, hayatını seyirci olarak sürdürenlere dairdir.”
Bir an bunun doğru olduğunu kabul edip, teleolojilerden biri olan şu “kod”la ilişkilerin en mutlak biçimini düşünelim: En az riskli, en bilindik, en tanımlı, en organize, en paketlenmiş ve en çok seyirci kalmaya dair bir edim içinde bir insan tekini düşünelim: İhtimal bir bitkiyi veya kadavrayı canlandırabiliriz gözümüzde. İnsana dair şeylerin kesinliği; sıkı tanımlı yaşantıların müzakereden, gerilimlerden, çelişkilerden, kirlenmeden, olumsallıktan, rastlantıdan azadeliği; kodlanmış dünyanın steril laboratuvar koşulları… Bunlar kesinlenemez. Bu da, arabası, çocuğu, sigortası, sıradan bir işi olan ortalama, “içi geçmiş” insanın her an bu kodlarla müzakereli, gerilimli, uzlaşılı ve isyanlı, dinamik bir ilişki içinde (Aruoba’nın Yürüme’sindeki, zincirleri her yerden eşit gerili olduğu için dengede durmayı başaran ironik özgür insan imgesi) olduğunu gösterebilir:
“Riske girmesek de risk içindeyiz; bilinmezi göze alsak da, almasak da bilinmezle sarılıyız. Kaybolmaya cesaretimiz olmasa da kaybolmaya mahkûmuz; her yolculuk kodun başlattığı, ama kendi içinde süratle çözünen bir faaliyetsizliğe döner; gösterileri kim paketlerse paketlesin, her paket yırtılıp tarumar olur, hayatı en uzak noktasından seyrettiğini sanan kişi bile kendini istemeden sahnenin ortasında en önemli rolde bulacaktır.”
Bu tersine çevirmeyle, kitapta derin sözleri alıntılanan bilge El Hayatî sahneye çıkar adeta. Metni sıradan bir kuramsal macera olmaktan, şeytani incillere merak saranların gönlünü eyleyecek (“Deleuze Aşağı Deleuze Yukarı” – Urban neonu) bir denemeye dönüşmekten alıkoyan güç.
Çingene ve Gace
“Yaptığınız hatalar müesses nizamın kendisini tamir edip, varlığını tahkim etmesine yol açıyor. Daha güçlü bir müesses nizamın oluşmasına neden oluyorsunuz.”
Yarabıçak, s. 96.
“Müesses nizam… kan ve acının gerekli olduğu konusunda ahaliyi ikna etmeyi becermiştir. Ahali bunu kabul etmiş, bu suça ortak olmuştur. Ya da sineye çekmiş, yasını tutmaktadır. … Müesses nizam tek başına kan ve acıyla varlığını sürdüremez, ikna etmesi, onu süslemesi gerekir. Varlığını uzun süreli kılmak için, ahaliyi bir arada tutması, beraber şarkı söylenmesini sağlaması lazım. Şarkı bunun araçlarından biri. Mimari öyle. Beslenme öyle…”
Yarabıçak, s. 97.
“ …Devlet kurarsan, vatan diye çırpınırsan sahipleneceğin bir şey olur. En önemlisi düşmanın olur. Bu sefer de sahiplendiğin şeyi korumak için uğraşırsın. Bayrak dikmek gerekir, milli marşın olur. Üniforma giyer, ordu kurar, para bastırmak zorunda kalırsın. …Bunlarla uğraşırken, kendini, bedenini unutursun. Müzik, dans aklına gelmez. Sevişmek devlet politikasının bir parçasına, üremeye dönüşür, …Bedenini devlete devrederek araçlaşırsın…”
Yarabıçak, ss. 146-7.
“Tarımın insanı toprağa bağladığını, hayvanları ehlileştirdiğini, verimi az canlı türlerini yok ettiğini, en önemlisi stok fazlası oluşturarak bir kişiyi diğerinden farklı kıldığını, bu fark üzerinden bütün devlet ve ordu mekanizmalarının kurulduğunu, dinin bu tahakkümün en önemli destekçisi olduğunu artık biliyoruz. Tarımla birlikte insanların da ehlileştiği, ehlileştirildikleri hayvanlara benzediği, böylece daha kolay boyun eğdiği biliniyor.”
Yarabıçak, ss. 160-1.
Pratikte, söz edilen göçebeleşme olanağına kimler sahip? Konumunu terk etmeyi düşünebilecek, okumuş-yazmışlar mı? Olduğu yerde derin yolculuklara çıkmak, teolojidir; metnin sonlarında dervişler ve abdallar bağlamında Deleuzeyen anlam, metin tarafından zorlanır ama bana kalırsa bu uzak bir yorumdur.
Slavoj Žižek, Sapığın İdeoloji Rehberi adlı kurmaca-filmde Titanik’i ele alırken,“Hollywood Marksizmi” diye bir olguyu açıklar. Bu, Hollywood’un sınıfsal ilişkilerin tasvir ve temsilinde müracaat ettiği ikiyüzlü bir tekniktir. Hollywood prodüksiyonlarında alt sınıfların neşesi ve kendiliğindenliği, kostüm sanayisinin pahalı gerçekçiliğinin zaferidir. Zengin üst sınıflar, normal koşullarda yörelerinden geçmeyecekleri alt sınıfların yaşantılarını Hollywood Marksizmiyle deneyimler. Ama bu vampirce bir yakınlaşmadır; zengin ve mutsuz genç kadın, fakir ve yetenekli erkeğin hayvansı alt-sınıfsallığını tüketene kadar devam eder; kadın eski neşesine kavuşur, geriye delikanlının donmuş ve okyanusun dibini boylayan cesedi kalır: Aşk, ölümsüzleşmiştir.
Yarabıçak’ta böyle olmaz: Devrimci kaçak gerillayla Raziye’nin hayaletinin muğlak sevişmesinde eşdeğer karakterler söz konusudur. Ama Yarabıçak’ta bir romandan yansıtılmış Raziye (gerilla gencin müphem sevgilisi) bedene kavuşamayıp hayalet düzeyinde kalır. (Elimizde, Gülbahar hanıma dair ifade edilmemiş bir kuşku vardır sadece: Yoksa Raziye o muydu?) Bu sevişme sahnesinde saf bedenselliği arayan bir yan vardır, stereotipik kadın-erkek imgelemini aşmaktadır. (s. 110). Düşsel sevişme sahnesi, hazzın düşe karşı zaferi, bedenin ve tenselliğin rüyaya galip gelmesidir (s. 119-120). Bu nedenle seksüel olarak bütünleşen bedene açık bir övgüdür. Bu yüceliğiyle tenselliğini aşarak yarı-dinsel bir anlam kazanmaya doğru yol alır ve maddiliğini tamamen yitirir. Metafizik bir hal alan tensellik, yaşam boyu taşınan bir anıya dönüşür: “Büyük Öteki” mi? İdeolojinin saf nesnesi mi? Gerçek kadının gölgesi; hiçbir kadının karşılayamadığı kadınlık özü mü? Yarabıçak’ın kuramsal gediklerinden biri, kuir [queer] araçlara hiç başvurmamasıdır; oysa arada bir boy gösteren cinsiyet veya öz sorununa çare kuir kuramda yatıyor olabilir.
Şükrü Argın, kitaba yazdığı “Devlet ve İhlal” başlıklı olağanüstü sunuşta, Descartesçı kuşku (dubito) ve düşünce (cogito) arasındaki gelgitli, çetrefilli ilişkiyi (Ulus Baker’den alarak) yeniden formüle eder. Kuşku duyarak düşünceye varan birey, düşündüğü varsayımından kuşku duymayı sürdürerek düşünmeye devam edebilir; bu içsel gerektirmeye involutio denmektedir. Kişi bundan yorgun düştüğünde kanaat ve inanç tarafından sarmalanmakta ve tahakkümün alanına düşmektedir. Argın Yarabıçak’ın “göç-eylediğini” söyler (s. 22); söz oyunu değil; göç ve eylem, göçebe düşüncenin ima edilişi; düz anlamıyla yer değiştirmenin ötesini ima eden iç göç… Göçle eylem, eylemle göç aynı şeydir.
Argın’ın Platon’un mağarasıyla ilgili anlattığı paradoks dikkate değerdir: Mağarada, yüzleri mağaranın çıkışına değil, karşısındaki duvara dönük olanlar, dünyayı değil onun yansımasını izlerken dışarıdan gelen ve onlara dünyayı işaret eden “kurtarıcı”yı, yavaş yavaş, duvardaki görüntüye karışan gölgelerden biri olarak algılamaya başlar. Paradoksal gölge, “dışarıya bakın” der, ama içeridekiler için duvardaki gölgelerden biridir ve bu yüzden etkili olamaz. Dışarıdan gelen, hızla içerinin gerçekliğince sarılır.
Argın, felsefe tarihinde “dışarıyı gösterenlerin” trajedisini böyle özetler; eninde sonunda gölgeler arasında yerlerini alıp normalleştirilirler. Bu şemayı sürdürerek, Yarabıçak’ta duvarın dışını işaret eden gölgeler var mıdır? Argın’a göre, kitabın ana sorusu, “yersizyurtsuz bir medeniyet mümkün müdür?” sorusudur: “Başka bir ifadeyle, yerleşik olmayan, insanın içine yerleştiği, kurulduğu değil de tam tersine insanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür?”
Kitapta Çingenelerin böyle bir medeniyetin öncülü olabileceği iması var. Dönüp “yersizyurtsuzlaşmaya çalışan, sistemin ta kendisi değil midir bugün?” diye sorulabilir mi? Bu konuda çarpıcı bir makale, Eyal Weizman’ın Duvargeçen’idir. Weizman, İsrail ordusunun bazı özel birliklerinin anti-gerilla ve kent savaşlarında kullandığı “göçebe” taktikleri anlatmaktadır. Bu özel birliklere Deleuze ve Foucault da dahil olmak üzere kapsamlı bir felsefe eğitimi verilmiştir. Terörle mücadele yöntemleri, gittikçe geleneksel-olmayan, otonom, rizomatik öldürme yolları bulmaktadır. Tüketimcilik boyutunda eterleşmek isteyen sistemdir; insanların içine eterleşmeyi bir arzu olarak yerleştiren de sistemdir: Kapitalizmin Deleuze düşüncesine (de) “arkadan yaklaşmaya” çalıştığı göz ardı edebilir mi? Fordizmden, siparişe göre üretime, stoksuz üretime geçilmesi de bunun parçasıdır; Drone kargoculuğu, 3D-print sanayi, download edilebilir uygarlık, açık kaynaklılık gibi unsurlar da. “Çingeneleşme” ufkunu tüm bunlar daha şimdiden zorlamıyor mu?
Sistemin (ordunun, dijital sanayinin, vb.) hepimizden önce Çingeneleşeceği açıktır. Biyopolitika boyutundaki, gen teknolojisi ya da nano-teknoloji alanındaki gelişmeler: Ya metne medeniyetin geleceği ve kurtuluşu gibi görünen Çingeneleşme, sistemin de gelecek düşüyse, hatta şimdisiyse?
Göçebe düşünceyi cisimleştirecek ufku Çingeneleşmekle eşitlemek, iyi bir çıkış noktasıdır. Çingenenin piyasa değeri bu çıkış noktasını tehdit eder çünkü piyasa değerine sahip bir unsurla minör edebiyat nasıl yapılabilir? Çingene imgesi nicedir “mağaradaki duvarda bir imgeydi; sanki ilk kez duvara düşüyormuş gibi” cilalansa da durum değişmez. Maddesiz, yasasız, ülkesiz, halksız; kısacası kodsuz bir yaşam formu üzerine düşünülecekse, günümüzün sanal âlemi de elverişli olabilir.
Çingeneliğe bakış, Çingeneliğin içinden gelebilir, gelecekse; Yarabıçak kitabı bu yüzden bir gace’dir. Abdal yahut Çingene üzerinden topyekûn ret yoluyla negatif imge yaratmak yerine minör politika yoluyla şunu da düşünmek olası: Çingenelik genetikse, “medeni”lerin, gace’lerin Çingeneleşme yolu kapalıdır; tabii reenkarne olmak dışında!
Kıvrıma dönersek, her kodun ilmeğinin bükülme yönünün tersini izleyerek kodu çözmek mümkünse, kodun yasakladığı yönde koddan zevk almak, mutlu olmak ve kodun ideolojisini bozmak mümkün olmalı. Çare, kentlileşmiş bireyin kodları ihlal edişinden duyduğu sapkın hazda değil midir? Çingenelik de bir toplumsallaşma formudur.
Abdallardan, üryanlardan ve sistemi reddeden dervişlerden söz eden metin, İslamın ve diğer tektanrılı dinlerin ortak kabulünden söz etmez: Bedenin ve seküler hayatın değersizliği, öte dünyanın yüceltilmesi ilkesinden. Bedenin önemsizleştirilmesinin, dervişlerle müminleri birbirine bağlayan güçlü bir kod değeri vardır: Öte dünya bir kez daha meşrulaştırılmış olur.
Çingeneleşmenin gace tarafından yazılmasındakine benzer bir sorun, Papalagi (Göğü Delen Adam) adlı klasik edebiyat eserinde de vardır. Papalagi, Samoa’ya beyaz yelkenli gemisiyle göğü delip gelmiş tanrıdır başlangıçta; mutlak üstünlüğü temsil eder. Ancak Tuavii bu imgeyi tersyüz eder ve halkına dünyeviliğini ve bir halk olma onurunu geri verir. Papalagi, Tuavii ismindeki Papualı kabile reisinin yirminci yüzyılın Avrupası’nı ziyaretini takiben yazdıkları veya dikte ettikleridir. Yarabıçak Çingenelere gace olarak bakar; bu konuda sağlıklı gözlem yapmanın bir metodu da yoktur zaten. Ama kendi toplumsal konumuna da aynı alaycılıkla ve sorgulayıcılıkla yaklaşır.
Tuavii için, Papualı olmayan sefil beyaz Avrupalılar kadar gülünç, ahmak, acınası yaratıklar yoktur. Bunlara Papalagi adını takmışlardır; tıpkı Çingenelerin kendilerinden başkalarına gace adını takmaları gibi.
Tuavii, beyazların kentlerinden kıyafetlerine, zamansızlıklarından mesleklerine, doğayla ve tanrıyla ilişkilerinden basına ve ekonomiye kadar öyle alaycı eleştiriler yapar ki, Batılı kendini ilk kez Batılı-olmayan birinin gözünde gerçekten de sefil ve rezil bir yaratık olarak duyumsayıp ezilir.
Ancak metnin bir hilesi vardır: Gerçekte Tuavii içeriden biridir; Papualı olduğu doğrudur ama Batılı bir eğitim almıştır ve iyiden iyiye Hıristiyanlaşmıştır; ancak bu sayededir ki, Papalagi’yi bu kadar içeriden eleştirebilmiştir. O kadar ki, kurmaca bir kişilik olma olasılığı da yüksektir; nihayetinde Papalagi’nin girişi ve sunuluşu tam bir Borges hikâyesidir.
Yarabıçak’ta Papalagi sorununa en çok yaklaşılan örnek, David Graeber’in “Gereksiz İşler Olgusu Üzerine” başlıklı makalesinden yapılan geniş alıntıdır (s. 151’deki 25. dipnot). Özetlemek gerekirse: Tarihsel olarak, büyük teknolojik gelişmeler, insana boş zaman olarak dönmez, yeni gereksiz işler çıkartılır, insanlar meşguliyet yoluyla kontrol edilirler. Boş zaman, hayaller, bedenle barışma, sevişme ve düşünme için fırsattır ve bu egemen sınıfların engellemek istediği bir şeydir. “Cehennem, hayatının büyük kısmını hoşlanmadığı ve özel yeteneğinin olmadığı bir işte geçiren insanların meclisidir.”
Eril Stereotipler
“Raziye ise doğanın uzantısı, toprağın parçası, ağacın yaprağı, çiçeğin kokusudur. Düşünmenin, anlamın ve tahakküm mekanizmalarının dışında yaşayan hareketli bir Çingene kadındır. Bedeninin düşünce ve anlam tarafından parçalanmasına izin vermeyen, kendi bütünlüğünü koruyan; doğanın rüyası olan, bu yüzden rüya da görmeyen biridir.”
Yarabıçak, s. 126.
Yukarıdaki alıntıdaki kadın (Raziye), erkek düşleminin ürünüdür, eril kodlarla donatılmış imgedir. Kadın bu eril çerçevede mutlaka doğayla özdeştir, bedenselliğinde doğanın “akılsızlığı” saflaştırılır, çünkü akıl erildir. Hemen arkasından gelen sayfada, bedenle doğanın özdeşliğini anlatan bir pasaj vardır. Bu pasaj, eski dillerin bedeni/deriyi bitki örtüsü için kullanılan kelimelerle özdeşleştirdiğinden bahseder: “İç ve dış ayrımı henüz oluşmamıştı, bedenin ruhu doğanın ve tanrıların ruhuyla iç içeydi, tinsellik bireysel değil kolektifti. Modernlikle birlikte… dokunmaktan giderek uzaklaşan tek tip beden devreye girdi.” Metin “dünyanın bu doğal derisinin bozulmasından”, “insanın derisiyle dünyanın derisi arasındaki doğrudan ilişki”nin koptuğundan, büyünün bozulduğundan söz ederek ilerler (s. 127). Sonra şu sözler gelir:
“Benim her yerim yüzümdür” diyen Hintlinin sömürgeci Batı’yla karşılaşana dek yüzü ile bedeni ayrışmamıştı, ayrıca bir bedeni olduğunun farkında bile değildi. (Belki de) o zamana dek sırtıyla dokunuyor, ayak parmaklarıyla düşünüyor, göbeğiyle şaka yapıyor, elleriyle görüyordu.” (s. 127-8)
Bu sözleri, cinsiyet rollerinin nasıl ayrıldığını anlatan pasaj izler; erkeğe verilen üstün ve kadına düşen ikincil roller betimlenir. Sonraki sayfada şu “fısıltı”lar gelir: “Parçalanmamış beden dolaysızdır.” Metnin başlangıçları, geçmişteki ideal/cennetsi tekvinleri düşlemeye çalışması, kitabı modernist tarih anlatılarında zaman zaman karşılaşılan özcü izleklerle tehlikeli bir benzerliğe sürükler. Buradaki ideal Hintli, “vahşi öteki”dir, tıpkı “Raziye” gibi. Açmaz şurada kendini gösterir: Bedenimiz iki yüzyıl önce modernizm tarafından parçalandıysa, nasıl oluyor da parçalanmamış bedeni kavrayabiliyoruz? Yoksa bu sadece bir adlandırma mı? Dolaysızlık ve dolaylılık bir tür üst-kurmaca mı?
Kitabın açılış sahnesinde, bir Kumkapı gecesinin toplu dans ayinine dönüşmesi anlatılır. Sonra bu durum, sokaktaki tüm masalara yayılır. Ortalama ahlaki normları aşan kolektif ihlal nasıl olmuştur? Kumkapı sahnesi, toplumun muhafazakâr eğlenme kodlarının “içinden” ve ona karşı yazılmış bir öyküdür. Çok sonra (s. 145, 150) dansla dikkat dağıtmanın da mümkün olduğu anlatılır. Çingene kadınların cepçi erkekleriyle birlikte gace’ler (Çingene olmayanlar) için tezgâhladıkları bir soygun taktiğini öğrenir okur. Burada “kod”u (kafayı bulmuş adamları) çözen ve yeni bir “kod” yaratan (kadınlar dikkat dağıtır, erkekler cüzdanları çalar) iki “molar” yapı söz konusudur.
Masada dans etmek, erkeklerin kadınlara zaman zaman tanıdıkları, cinsel enerjilerini açık etme fırsatı olarak, eril bir formdur. Masaya çıkan kadınlar, bir “ihlal” gerçekleştirirler ama gayet kuir bir manada: Sadece erkeklere değil, kendi cinslerine de. Ya erkekler, onların bu sahnede neredeyse görünmez olduklarını düşünebiliriz. Tersini de düşünebildiğimiz bir esrime sahnesi bir sınıraşımı olurdu.
Ereksiyona dair, başka bir yerden aktarılan eğlenceli bir hikâye de vardır kitapta. Kadın yüzü görmeyen bir devrimci, hemşire kadın tarafından ameliyat öncesinde masaya yatırılır, kasıkları tıraş edilir; ereksiyon olmaya “zorlanır”. Devrimci utanç içinde kalır; sonra anlaşılır ki, bu, doktorla hemşirenin hakkında bahse girdiği bir kurgudur. Burada erkeklik meselesine dair “sert” bir alt metin vardır.
Tekrar Kumkapı’ya dönelim: Çingenelikle ilgili örtük sınıfsal bildirimlerden biri, Çingenlerin çalıp Türklerin ve Batılıların oynamasıdır; bu “kitabına uygun” bir esrime tiyatrosu kuran başka bir koddur. Formüle göre, alt sınıflar hep oynak, düzensiz, düzenbaz, güvenilmez, sınıfsız ve sınırsızdır: Siyah, Kürt, Çingene, kadın, Papualı, vb. olabilirler ama bu tanımı getiren şaşmaz biçimde Beyaz Erkektir. Çingene bu yanıyla klişe bir öğe olarak kitaba sızma girişiminde bulunur.
Dansın ve müziğin sokağa yayılmasını Çingene çalgıcı, “Hayatımda ilk kez görüyorum” sözüyle karşılar. Bu durum elbette “düşünülemez” değildir. Sırf artık birileri yasaklıyor diye, şenlik fikri düşünülemez hale gelmeyecektir.
Yarabıçak’ta cinselliğin konu edildiği bir başka bölüm, Michele ve Alex’in öyküsüdür (s. 49-51). Film anlatılırken, güçlü erkek/zayıf kadın klişesi devrededir.
Devrimci gencin Perili Köşk’te seviştiği hayalet, zihnindeki roman kahramanı Raziye ile, köşkün hayaletlerinden birinin karışımı da olabilir. Ama bu sevişme anısında kadının yüzü yoktur; saf beden ve dokunmadır (s. 134).
Bedenlerin Geleceği?
Bir an için, 2150’lerin insanını hayal etmeye çalışalım: Bugün için mutlak özgürlük denebilecek noktaya evrilmiş: Gayrimaddi, aylak, köksüz, neşeli ve mutlak şekilde özgür; sınırlardan kurtulmuş, kıvrak, konuşkan ve oyuncul. Ama bu bir menzil olamayacaktır; tıpkı bugünün geçmişin menzili olamadığı gibi. Hijyen, mülkiyet, gen, barınma, çevre, enerji gibi büyük sorunlar kimileri için tümüyle çözülmüş bile olsa, sistemin insanı evrilttiği bir yerdir bu menzil, bir serap. 2150’de insanların mekânın sabitliğinden kurtulacağını da varsayabiliriz. Bugünün binaları, kıpırtısız ve bedensel ritimlere yanıt üretemeyen malzeme ve sistemler olarak inşa ediliyor; yakın gelecekte bu değişecek gibi görünüyor.
Binaların (taşıyıcı sistem, kaplamalar ve donatılar olarak) su yatağı gibi gevşek ama istendiğinde de sert olabileceği, kalp atışlarıyla ve kan dolaşımıyla rezonansa girebilen, salınabilen dijital varlıklara dönüşeceğini hayal edebiliriz. Bu, biyopolitika açısından da makul bir menzil gibi görünüyor.
2150’de evinizde pencereden dışarıyı izliyorsunuz. Dışarıda rüzgâr var ve hemen önünüzde ağaçlar salınıyor. Gelecekteki evinizde, binanız sizin ağaca baktığınızı ve ağacın salınımını birlikte alımlayacak, ağaçla bedenin ritimlerini hesaplayarak size en uygun düşünsel ve düşsel konforu sunacak biçimde salınmaya başlayacak. Bu salınım, şayet istiyorsanız, deneyim olarak anında başkalarına çeşitli formlarda iletilebilecek. İstemiyorsanız, evinizin geri kalan bölümlerinde etkisiz kalacak. Rüzgârda ağacın salınması, evin iç duvarlarında tekrar-üretilmiş bir duyumsallık olacak. Rüzgârı hissetmek, sadece hava akımının bedendeki tensel ürpertisiyle sınırlı kalmayacak; malzemeler rüzgârsı ürpertinin birçok erotik biçimini üretip yüzeylerinden iletiyor olacaklar.
Aynı gelecekte, görsellik dokunmanın mutlak egemenliğine çoktan teslim olmuş olacak. Ağacın üzerinde dolaşan rüzgârın dinamiği, gündelik yaşamınızdaki en sıradan nesnelerin optimizasyonunu sağlayabilecek. Patafizik, geleceğin gerçek mimarisi haline gelecek. Kelebek etkisi, bir düşlem ve metafizik değil, ergonominin ana ilkesi olacak. Esenlik ve mutluluk biricik değer ama “iyi hesaplanmış” bilimsel değer halini alacak. Geleceğin mekânında, morfogenetik menzil, biçimle gözü büyülemek olmayacak. Esas menzil tenselliktir.
İpeğin havasal ve serin pürüzsüzlüğüne, insan teninin altında atan kalbin ve dolaşan kanın ılıklığının ritimleri karışacak; yeni morfogenetikipek, insanileşerek erotizmini kat be kat artırmış olacak. Kendi türüne dokunmaktan korktuğu ve insanın insana yabancılaştığı eleştirisinin altında yüzyıllarca ezildikten sonra, geleceğin teknolojisi, dünyadaki her şeyi insan dokunuşunun eşdeğerine dönüştürerek bu yükten kurtaracak. Bu sadece her yeni nesnenin tene insan-gibi dokunması anlamına gelmeyecek; insanın bedeni de kökten değişecek.
Her yeriyle gören, duyan, duyumsayan bir beden olacak bu; sömürgeci diskurda maduna atfedilenler, bu kez sistem tarafından bizzat uygulanacak. Bedenle duyumsamanın yeni pedagojisi, başlıca bilim, eğlence, oyun, eğitim ve faaliyet, hatta sermaye olacak. Yirmi ikinci yüzyıl, Lefebvreci bir yüzyıl olacak demektir bu.
Yeni süper-duyumsayan bedeninin bu yeni-Spinozacı yetilerini en iyi kullananlar, en büyük sosyal sermayenin sahipleri ve yeni ünlüleri, zenginleri olarak belirecek. Gelecekte organsız beden gerçek olacak; bedeninin her yanından istediği beden unsurlarını peydahlayabilen, tanrısal beden kurgusundan kurtulmuş “yeni ucube” gerçek olacak ama yalnız olmayacak.
Organsız bedenleşmiş olanlar, yeni koloniler oluşturacak. İnsan-olmanın tarihsel/antropometrik anlamıyla savaşan yeni elitlerdir bunlar. İnsanın tanrısal yüceliğini, güzelliğini ayaklar altına almakla suçlanıp en büyük nefretin hedefi olacaklar. Organsız bedenleşmiş yeni zümre, dev çene kemikleri, devasa gözler ve akla gelmedik başka yeni protezlerle ve organlarla ortalıkta küstahça gezinecek. Güzelliği tahrip, geleceğin üst-ucubesinin başlıca ahlaki başarısı olacak… Gelecekle ilgili şöyle bir olasılık da var: Neo-Spinozacı atılıma karşılık, bedenimizde öyle kökten neo-dijital köleleştirmeler yaşanacak ki, bunları bugün değil yaşamaya, duymaya dahil tahammül edemiyor olabiliriz. Bu köleleştirmeler tarihsel niteliği bakımından, tıpkı internet gibi geri dönülmez şekilde vuku bulacağı için, o koşullar altında bugünkü yaşam, esas köleliklerin daha gelmediği “özgür geçmiş” olarak anılacak. Gelecek yüzyıldakiler için belki de herkes bugün sandığından daha fazla Çingenedir.
Cogito 82, Kış 2016
[1] Yarabıçak’taki bir alıntıya gönderme: “Stanislaw J. Lec, ‘Başkentte köpekler bile daha merkezi havlar!’ der.”(s. 70). Bkz: Lec S.J. (1990) Hayır! Aforizmalar, Çev.: M. Aşçı, S. Eroğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[2] Yarabıçak’ta ss. 45-8’de anlatılan, bir Orta Avrupa şehrinde üniversiteyi terk eden felsefe profesörünün evsizliği seçişinin hikâyesine gönderme ve s. 49’da yankılanan fısıltı: “Bazı insanlar aşağı doğru tırmanmayı seçer…”