İhlal çağrısı olarak Yarabıçak
Hakan Yücefer
Bir kitapçıda çalışıyor olsaydım Ömer Faruk’un yakınlarda çıkan kitabı Yarabıçak’ı hangi rafa yerleştireceğim konusunda epeyce zorlanırdım muhtemelen. Altbaşlığı Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları olduğuna göre bir anı ya da otobiyografi kitabı mı bu? Sayfaları biraz karıştırınca öyle olmadığını çabucak anlıyorsunuz. Evet, Yarabıçak anı kitabına benziyor, ama romana da benziyor, felsefi denemeye de… Şairlerden ve filozoflardan uzunlu kısalı alıntılara, filmler ve şarkılar hakkında sürpriz bölümlere de rastlıyorsunuz. Üstelik sorularla, fısıltılarla dolu bir kitap, okurundan da yanıt değil yeni sorular, yeni fısıltılar bekliyor.
Yarabıçak her şeyden önce ihlal ve göçebelik üzerine bir metin, sınırları ihlal etmeye, yerleşikliği sorgulamaya, göçebeleşmeye bir davet. Bizi kuşatan sınırların, hayatlarımızı önceden belirleyen kodların kaynağını yerleşiklikte buluyor Ömer Faruk. Göçebeliği ise özellikle politik boyutuyla, kodlayıcı, sınırlayıcı iktidar karşısındaki ihlalci gücüyle ele alıyor. Kitabı kateden bütün karşıtlıklar (yazıya karşı söz, ruha karşı beden, görmeye karşı dokunma, güçlü olmaya karşı haklı kalma, sahip olma hırsına karşı zanaatkârlık ve zarafet…) sonunda yerleşiklik-göçebelik karşıtlığına bağlanıyor. Yerleşiklik kodlayıcı iktidarın, yazının, mülkiyetin ve güçlü olma arzusunun kaynağıysa göçebelik de kod-çözücü ihlalin, serbest kalan sözün ve bedenin, müziğe ve dansa, tesadüfe ve yeniliğe açık kalabilmenin nihai ufku.
Yarabıçak sadece içeriğiyle değil, üslubuyla da ihlalden ve göçebelikten yana. Özenle yazılmış, farklı ifade yolları arasında geçişlilik sağlayacak şekilde tasarlanmış kıvrak bir metinle karşı karşıyayız. Şiir, öykü, anı, deneme, felsefe, müzik, sinema, tarih… hepsi iç içe. Ama zor okunan, dilsel ya da kurgusal bir arayış içinde olan, deneysel bir metin değil Yarabıçak. Ömer Faruk yazıdan çok söze yakın durmaya, sözün akıcılığını ve canlılığını yazıda kaybetmemeye çalışıyor (yazının büyüsüne kapılıp uzun ve anlaşılmaz cümleler kuranları da açıkça eleştiriyor bu arada). Yarabıçak’ı okurken bize hep eşlik edecek göndermeler, Deleuze’den, Tanpınar’dan, Adorno’dan, Melih Cevdet’ten, Oruç Aruoba’dan… alıntılar bile metnin okunaklılığını, anlaşılırlığını bozmayacak, aksine kitaba ayrı bir ritim ve dinamizm kazandıracak şekilde düzenlenmiş. Amaç deneysel bir metin yazmaktan ziyade yazıyı da göçebeleştirmek. Göçebeliğin sesini daha kuvvetli duyurabilmek için yazıyı parçalamak, çoğaltmak ve söze benzetmek…
***
Kitabın parçalı bir üslubu var kısacası, ama bir ilerleyişi de var. Bir tür serbestlikle yazılmış olsa da Yarabıçak kopuk fragmanlardan, bağımsız deneme ve anlatı parçalarından oluşan, bütünlükten yoksun bir metin değil. Parçalar belli temalar etrafında ve belli bir düzen dahilinde sıralanıyor, ihlal ve göçebelik meseleleri adım adım geliştiriliyor, genişletiliyor…
Herkesi kendi akışına katan, “en ağır abileri” bile etkisine alan, kadınları masalara çıkartan bir Çingene müziğinden söz ederek başlıyor kitap. Ve Ömer Faruk soruyor: Bu nasıl mümkün, müzik bunu nasıl yapıyor, müzik bütün sınırları kaldırarak insanları kendi akışında nasıl buluşturabiliyor? Açılış sahnesi ve bu soru her şeyin özeti gibi aslında. Yarabıçak Çingene parçasının izinden gidiyor ve okurlarını “devletlerin, bayrakların, dillerin, dinlerin, milli marşların, üniformaların, kalelerin” ötesine geçmeye, “aynı müzikte buluşmaya, aynı parçaya akmaya” çağırıyor (Yarabıçak, s. 31-32).
Kitapta ilerledikçe yavaş yavaş temel karakterlerle de tanışmaya başlıyoruz. “Mister Fa anlatısı” (s. 61-121) Yarabıçak’ın birinci perdesi gibi. 80 öncesinde sol bir örgüte giren, örgüt bünyesinde bir “banka kamulaştırma” işine karışan Mister Fa darbenin ardından örgütle tüm ilişkisini kesmiş, İstanbul’da saklanıyor. Bir yandan hiç tanımadığı bir şehri, özellikle Boğaz’ı keşfediyor, yeni insanlarla karşılaşıyor, diğer yandan bu karşılaşmalar onu geçmişini sorgulamaya yöneltiyor.
Bu ilk perdede Türkiye soluna yönelik önemli eleştirilerin de şekillendiğini görüyoruz. Mister Fa’nın karanlıkta yüzünü bile görmeden seviştiği Çingene kadından öğrendiği şey bedenin tahakküm altında tutulduğu, cinselliğin bastırıldığı, hatta sevişmekten utanan devrimciler olduğu gerçeği. Rakıyı Karanfille İçen Adam’la yapılan uzun sohbetler ve hararetli tartışmalar ise bir başka meseleyi, medeniyet meselesini gündeme getiriyor. Sol medeniyet sorunuyla yüzleşme cesareti gösterememekle, karşı çıktığı değerlerin yerini doldurabilecek yeni değerler yaratamamakla, sadece iktidar mücadelesine odaklanıp yeni bir medeniyet yaratma sorunsalını gözardı etmekle suçlanıyor. “Ölmeyi, öldürmeyi beceren ama sevişmeyi beceremeyen devrimlerin geleceği var mıdır?” diye soruyor Yarabıçak. “Mimarisi, musikisi, masalı, ninnisi, bilmecesi, yemek kültürü, erotik edebiyatı/sineması olmayan devrim yaşar mı?” (s. 94) Bu iki soru birlikte düşünüldüğünde ortaya epeyce karanlık bir tablo çıkıyor, “Mister Fa anlatısı” hiçbir çözüme ulaşmayan aporetik bir Platon diyaloğu gibi sona eriyor: Sorular az çok belli ama çözüm yok, çıkış yok.
Yanlış sorular sorduğumuz için mi?
Kitabın ikinci perdesi bizi aşağı yukarı yirmi yıl sonrasına götürüyor, artık 2000’lerdeyiz: Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın evinde yenen akşam yemeği, yemeğe eşlik eden uzun sohbet, sohbete eşlik eden müzikler, deneme parçaları, sorular, alıntılar… (s. 142-193) Önceki sorgulamalar burada derinleşiyor, keskinleşiyor. Ama artık ilk perdenin aporetik havası yok. Eski sorular yeniden gündeme gelirken, yeni sorularla zenginleştirilirken bir yandan cevaplar da şekillenmeye başlıyor. Bu kısmın kahramanı ne Mister Fa, ne Rakıyı Karanfille İçen Adam, ne de anlatıcının kendisi. Hem bu kısmın, hem de belki bütün kitabın asıl kahramanı bir karakter değil bir halk: Çingeneler. Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın yemek boyunca heyecanla savunduğu, geliştirdiği kışkırtıcı soru şu: Solun yapamadığı şeyi Çingeneler çoktan yapmamışlar mı zaten? Onlar asla bedeni tahakküm altına almamışlar, asla yerleşikliğe teslim olmamışlar, yerleşik hayatın getirdiği kodlara, sınırlara boyun eğmemişler… kısacası medeniyet sorununa göçebe bir medeniyet yaratarak bir cevap önermişler. Bu açıdan Çingenelerin sadece yaptıkları değil yapmadıkları da önemli: “Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, kahramanları, anıtları yok. ‘Vaat edilmiş topraklar’a dair efsaneleri yok. Tarım yaparak diğer canlı türlerinin doğadan yok olmasına neden olmamışlar… İnsanlık bütün bunlarla uğraşırken Çingeneler yürüyüp gitmişler; evet, yürüyüp gitmişler” (s. 203-204).
Ömer Faruk bu kısımda da sorular sormaya, cevaplardan çok, soruları öne çıkarmaya devam ediyor. Ama “Mister Fa anlatısı”ndaki çıkışsız, karamsar havayı geride bırakıyoruz artık. Ayrıca kitabın başından beri karşımıza çıkan ve yersizyurtsuzlaşma, oluş, köksap, kodsuzlaşma gibi Deleuzecü kavramlar etrafında örülen göçebelik teması şimdi bir somutluk kazanıyor, Çingenelerin yerleşikliği reddeden alternatif medeniyet modelleriyle ete kemiğe bürünüyor. Yarabıçak’ın en Deleuzecü olduğu yan belki de genel ve soyut kavramlar üzerinden düşünmemesi, sürekli tekil durumlara, örneklere, vakalara yönelmesi. Genel olarak arzudan değil Mister Fa’nın, Raziye’nin arzusundan, genel olarak göçebelikten değil Çingenelerin, dervişlerin göçebeliğinden… bahsetmesi. Yarabıçak’taki bütün Deleuze göndermelerine rağmen, Ömer Faruk’un göçebelik konusunda Deleuze’le tamamen hemfikir olmaması da örneklerin tekilliğiyle açıklanabilir. Deleuze her tarihsel yersizyurtsuzlaşma hareketinin yeniden yer yurt edinmeye yönelik olduğunu söylüyor birçok metninde. Deleuze’ün çok da üzerinde durmadığı Çingeneler örneğine odaklanan Ömer Faruk ise göçebeliğe, yersizyurtsuzlaşmaya dayalı bir medeniyetin mümkün olup olmadığını soruyor.
***
Yarabıçak bir karşılaşmalar kitabı; yazıyı yeni karşılaşmalara, beklenmedik buluşmalara açık hale getiren, okuru da bu açıklığı korumaya, sürdürmeye teşvik eden bir kitap. Yarabıçak’ta banka soymuş bir erkek devrimci hırsızlık yapan bir Çingene kadınla karşılaşmıyor sadece, sol gelenek Deleuze düşüncesiyle, Deleuze düşüncesi Çingenelerle, Çingeneler dervişlerle, Kim Ki-Duk Neşet Ertaş’la da karşılaşıyor. Karşılaşmalar karşılaşanları sınırlara sürüklüyor, onlardaki kod-çözücü, göçebe güçleri açığa çıkarıyor. Bizi yerleşikliğimizden çıkaran, “müesses nizam”ın kodlamalarından kurtaran şey önümüzde yeni dünyalar açan bu karşılaşmalarda yatıyor işte. “Çingeneler çok yakınımızda yaşıyor, çiçek satıyor, müzik yapıyor, evlerimizi soyuyor, falımıza bakıyorlar” diyor Ömer Faruk. Ama biz onlarla karşılaşamıyoruz, çünkü “bütün bunları bizim görüş alanımızın dışında kalmayı ustalıkla becererek yapıyorlar, bu anlamda çok uzağımızdalar” (s. 203). Yeni kitaplar, yeni müzikler, yeni sorular, başka yaşam biçimleri… çok yakınımızda aslında; onlarla karşılaşmak için tek yapmamız gereken daha dikkatli bakmak.
Mart 2015, Taraf Kitap
Turnusol – İhlal çağrısı olarak Yarabıçak