Yara’dan Bıçağa I
Ümit Kardaş
Ömer Faruk’un İthaki Yayınları’ndan çıkan “Yarabıçak- Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları” isimli kitabı deneme türüne biçim, üslup ve içeriğiyle yenilik getiren bir metin. Neredeyse her satırının altını çizdiğim, düşündüren, içinden modernleşmenin ve kapitalistleşmenin getirdiği çok sayıda tartışılması gereken soruların çıkartılabileceği bir kitap. Metnin içinden felsefe de geçiyor, şiir de, şarkı da, sinema da.. İtiraf etmeliyim ki, bugüne kadar hiçbir deneme bana bu kadar yakın gelmedi.
Faruk, cesur bir metinle cennetten kovulmayı göze almamızı istiyor. Kitabın başında Şükrü Argın’ın metnin içeriği kadar sarsıcı ve kışkırtıcı “Devlet ve İhlal” isimli bir sunumu var. Argın, sunuşta kitabı şöyle değerlendirmekte: “Ömer Faruk’un kitabı düşünen bir metin. İçinde hiçbir anahtar yoktur. Kilitleri kurcalar sadece. ‘Yara’dan ‘bıçak’a doğru ilerler. Sınır’ların yeryüzünde, kod’ların kamusal ve mahrem hayatta, ad’ların ve sıfat’ların bedenlerde ve ruhlarda açtığı yaraların izini sürer. Yarayı bıçakla yüzleştirmeye çalışır kısacası. Sınır çizmenin, kod ‘yazma’nın, ad vermenin içerdiği şiddeti ve vahşeti; medeniyetin ruhuna yerleşmiş barbarlığı açığa çıkarmaya, görünür kılmaya çalışır.”
Faruk, kitabında düşünmeyi kavram inşası ve aynı zamanda imhası olarak gören düşünce tarzının savunucuları Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşüncesi”ni yol arkadaşı yapıyor, ihlalci bir politik tavrın sınır tanımayan etik çizgisini sürdürüyor. Bu ihlal yıkıcı olduğu kadar, kurucu bir ihlaldir de.
Kitap şu temel noktadan hareket ediyor. Yerleşiklik, bir toprak parçasının etrafını çitleyip mülkiyet iddiasında bulunan insanın, buna diğer insanları inandırma sürecini doğurmuştur. Abdûlgaffar el Hayati’ye göre “Sınır önce zihinde oluşur”. İnsanoğlu yerleşikliğe geçtiği tarihten bu yana sınırlarla, duvarlarla, kapı ve anahtarlarla, kod’larla yaşamayı seçmiştir. Yerleşik medeniyet, cinnet ve cinayetler, savaş ve katliamlar, ıstırap ve gözyaşları yaratmıştır. Ve Adorno ahlaki olmayanı söyler: “Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi evimizde hissetmemek ahlakın bir parçasıdır.”
Faruk, sorgulamamızı istiyor. Göçebe, yersiz yurtsuz, bir insanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür? Bu nedenle Yarabıçak’ın en önemli kahramanı Çingeneler. Çünkü onlar medeniyetlerini içlerinde taşıyan bir toplumun mensubu olarak, bizim anladığımız anlamda medeni bir toplumun unsuru haline gelmemekle medeniyet kurucularının oyununa gelmemişlerdir. Bu nedenle onların sınırsız, devletsiz, bayraksız, konargöçer medeniyetinden bir şeyler öğrenmemiz gerekmekte.
Kitap, “göçebe düşünce” üzerinden tartışmayı sürdürürken, özgürlük, eşitlik, kardeşlik değerlerini savunan solu da düşünce ve pratiği bakımından eleştirmekte. Ayrıca küreselleşmenin aldığı yeni boyutla, kapitalizmin sınır ve kural tanımadan mevcut bütün geleneksel yapıları dağıtıp imha ederek her yere biçim veren “pan-kapitalizm”e dönüşünün saptamasını yapmakta.
Ferda Keskin’in anlatımıyla, “Yarabıçak özgürlüğün bir durum değil, bir pratik olduğunu ve bu pratiğin hedef aldığı sınırların nesnesi olmak ile öznesi olmak arasındaki sinsi geçişliliği görmek ve hatırlamak için dikkatle okunması gereken çok katmanlı bir metin.”
Yarabıçak, itiraza, yıkıcı ama aynı zamanda kurucu ihlale, kilitleri zorlamaya çağırıyor, duvarlarda kıpırdayıp duran gölgelere değil, dışarıda akıp giden hayata bakmayı öneriyor.
Kitaptan hareketle zaman zaman birçok konuyu tartışmaya devam edeceğim.
15 11 2014, Taraf
Devrimcinin Özeleştirisi II
Ümit Kardaş
Ömer Faruk’un “Yarabıçak” üst başlıklı deneme kitabının alt başlığı “Banka Soymuş Bir Devrimcinin İtirafları” ismini taşıyor. İtiraflar Devrimci Genç ile Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın diyaloglarında ortaya çıkıyor. Aslında devrimci gencin zaman içinde özeleştiri yaparak geldiği farkındalık aşamasını temsil eden adam devrimci gencin kendisidir. Sanki diyalog bir iç hesaplaşmanın görünür hale gelmesidir.
Adam, devrimci gençlerin çıkmaz sokağa girdiklerini anlatırken öfke, intikam duygularını ve sabırsızlıklarını eleştirir, halkın kendilerini takip etmediğini, bu durumun müesses nizamı güçlendirdiğini söyler. Evet, müesses nizam kan ve acıyla kurulmuştur, adil değildir, öldürmekten ve ölüme göndermekten çekinmez. Ancak halkı kan ve acının gerekli olduğuna inandırmış, hatta onu suça ortak etmiştir. Ya da halk yaşadıklarını sineye çekmiş, içine gömmüştür. Oysa müesses nizam bütün sorunlarına rağmen ikna edicidir ve birlikte şarkı söylenmesini sağlar.
Ve adam devrimci gence sarsıcı soruyu sorar. Sizin şarkılarınız var mı? Sevindiğiniz, efkârlandığınız, aşk acısı çektiğiniz, ayrılıklar, özlemler yaşadığınız zaman söylediğiniz şarkılar. Oysa bakkal, berber, ev kadını, taksi şoförü, işkenceci, işçi aynı şarkılarda buluşuyor hatta devrimci de. Halk bu şarkılar aracılığıyla müesses nizama katılıyor.
Devrimci genç, adamı müesses nizam ne kadar becerikliymiş diyerek kışkırtıyor. Adam devam ediyor: Müesses nizam, kendi içinde bir ahengi, ritmi ve ortaklığı olan bir hayat tarzı sunuyor. Şarkı mimariye, mimari dile, dil beslenmeye, beslenme giyim kuşama değiyor. Yani karşımızdaki bir medeniyet.
Devrimci soruyor: Biz medeniyete mi isyan ediyoruz? Adam, hayır diyor. Siz medeniyetin yönetim biçimine isyan ediyorsunuz. Haklı bile olsanız yönetim biçimi medeniyetin araçlarından biri. Aracın arıza yaptığını görünce onu düzeltebilir. Ama medeniyet varlığını sürdürür. Medeniyeti aşmayı hedefleyen bir medeniyet kaygısı güderek müesses nizamı değiştirebilirsiniz. Burjuvazi kadar olamayan, burjuvaziden fazla olamaz. Yediğiniz dayakla kalacaksınız.
Genç öfkelenir. Ancak içindeki adam anlatmaya devam eder: Bir Rus medeniyeti vardı. Mimarisi, müziği, edebiyatı, dansı, giyim kuşamı, beslenme biçimi farklıydı. 1917’de devrim yeni bir medeniyet kaygısıyla kendini inşa etmedi. Var olan medeniyeti bile sürdüremedi. Dostoyevski, Puşkin, Tolstoy, Nabakov, Turgenyev, Gogol, Çehov bütün insanlık tarihini etkilediler. Devrimin yetiştirdikleri Ostrovski, Solohov, Gladkov gibi yazarlar onların eline su dökemez. Dostoyevski kadar olamayanlar, Dostoyevski’den fazla olamazlar.
Genç irkilmişti. Adam devam eder: Modernizmin, Avrupa medeniyetinin çocuklarısınız. Onun rahle-i tedrisinden geçtiniz. Sizin bu topraklardaki esas atağınızı Mustafa Kemal yaptı. Bu topraklardaki çatışmanın, huzursuzluğun asıl nedeni bu. Zira mimariniz, dansınız, şarkılarınız yok! Itri ve Dede Efendi’nin zarafet derinliklerinde yüzen sanatçınız yok! Yeni bir medeniyet yaratmayı düşünüp, hayal edecek kadar ufku geniş, bu toprakları koklayan münevveriniz yok! Boğaz’da dinlediğin şarkıların geçmişinde beş yüzden fazla makamın olduğunu, her nağmenin bu makamların içinden süzülüp geldiğini biliyor muydun?
Genç şaşırır ama toparlanarak ve Rus Devrimi’ni kastederek sorar: Ama bir sömürü ve soygun düzeni yıkıldı, insanların okul, barınma, ulaşım, sağlık sorunları çözüldü. Adam cevap verir: Doğru! Ama sanat-edebiyat müesses nizamın dışında kalır hep. İnsanın bilinmeyen kuytularına, dile gelmeyen yanlarına yönelir. Satın alınamaz, ikna edilemez bir karakteri vardır. Müesses nizamın hatalarını görmesine, kendini tamir etmesine imkân sağlar. Sanatçıyı yok edersen, eleştiriyi de yok edersin. Mutlak iktidar gözünü kör eder. Tirana dönüşürsün. Ortalığı sanatçı diye dolaşan dalkavuklar kaplar.
Ve sorar adam: Mimarisi, masalı, ninnisi, bilmecesi, yemek kültürü, erotik edebiyatı/ sineması olmayan devrim yaşar mı?
02.12.2014, Taraf
Çingene Medeniyeti III
Ümit Kardaş
Devlet, vatan, toprak, mülkiyet. Sahipsin ve korumalısın. Bayrak, milli marş, ordu, ulu önder, milli şef, heykel, üniforma, para. Bütün bunlar kutsallarımız olur ve bizi yönetmeye başlarlar. Ve ele geçirilen ruhumuzun hapsettiği bedenimizi kaybederiz, insan olduğumuzu unuturuz… Sevişmek devleti yönetenlerin dayattıkları üreme programına dönüşür. Bedenimiz araçsallaşırken onunla ilişkimiz kopar. Müzik, dans, kahkaha aklımıza gelmez. Bununla bitmez, pan-kapitalizmin üretim/tüketim mekanizması bedenin doğasını ve ritmini bozar. Günlük zorunlu faaliyetlerimiz bile bu mekanizma tarafından yönlendirilir.
Rakıyı Karanfille İçen Adam (Ömer Faruk– Yarabıçak) konuyu Çingenelere getirir: “Çingenelerin bilinen tarihinin geçmişi yaklaşık bin yıl. Bin yıldır devlet kurmayan tek halk Çingeneler.” Yerleşik kültürün tahakküm ürettiğini, tıpkı evlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağa ve salyangozlar gibi yaşayan Çingeneler nasıl sezdiler? Ve devam eder: “Tam bir yersizyurtsuzluk, akışkanlık, durmayı reddetme hali. Ev ve toprak özlemi, sahiplenme isteği olmayan bir zihniyet dünyasını nasıl kurarsın?”, “Devlet boyun eğmesi için tebaasına baskı uygular, rıza göstermelerini sağlamak için gerekirse öldürür. Rıza gösterildiği an devlet hükümranlığını pekiştirir. Çingeneler rıza göstermektense devletlerini değiştirmeyi deneyen, beceren tek halktır. Çingeneler tek tanrılı dinlerin tahakkümcü karakterine rıza göstermektense çekip gitmeyi seçen, bunu becerebilen tek halktır.” Abdûlgaffar el Hayati, “Okyanusu seçen ırmak durmaz, dolaşır, atlar, deler ve hep akar, okyanus dalgalı, sınırsız ve meçhuldür. Çingeneler okyanusa akan ırmak suyu içmiştir” der.
Toprağa bağlanmak, hayvanları ehlileştirmek ve yerleşik hale gelmek tarımla başlıyor. Tarımsal üretimin belli ellerde birikmesi sonucu bunun üzerinden devlet ve ordu kurumlarının ortaya çıktığı ve din kurumunun bu yapının destekçisi olduğu biliniyor. Böylece tahakküm kapitalistleşme süreciyle daha güçlenerek devam ediyor. Çingenelerin tahakkümü başlatan tarımı reddetmelerinin, insanlığın birbirlerine karşı işledikleri suçlara iştirak etmemiş olmalarının nedeni ne?
Rakıyı Karanfille İçen Adam bir Çingene bilmecesi sorar: “Bir kız kardeşim var, bacakları yok ama koşar, ağzı yok ama ıslık çalar” Mister Fa bilemez, bunun üzerine kendisi yanıtlar. “Rüzgâr. Hareketli olduğu için rüzgârı kardeş bilmişler. Gace’nin (Çingenelerin tüm Çingene olmayanlar için kullandığı ad) esintiyi eve hapsetmeye kalkmasına çok kızıyorlar.”
Nazilerin Yahudiler dışında soykırım yapmayı planladığı tek ırk Çingeneler. Yalnız Auschwitz’de yirmi bin Çingene öldürülmüştü ve toplam ölü sayısı 500.000’i buluyordu. Peki, neden Yahudiler gündemdeyken ve onlardan özür dilenirken, Çingenelerden hiç söz edilmiyordu. Çiftçi Yahudiler Filistin’e yerleşip tarıma başladılar ve din unsurunu başat hale getirerek İsrail devletini kurdular. Devlet olmaktan gelen güçleriyle Nazi zulmünü hatırlatmaya devam ettiler. Ama onlar da devlet olmakla şiddet kullanmaya başladılar. Peki, ya Çingeneler? Adam devam eder: “Çingenelerde ise devlet kurma isteği yoktu, zaten onlar unutmayı seçtiler. Acılarını müziğe gizlediler. Başka çareleri de yoktu. Bu yüzden tarih onları görmezden gelmeyi seçti.”
Faruk, Çingenelerle ilgili şu tespitleri yapıyor: “Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, anıtları yok. Ekolojik kriz ve küresel ısınmada hiçbir payları yok. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sorumluluğunu taşımıyorlar. Nükleer santral deliliğine düşmemiş, atom bombası patlatmamışlar. Heykel dikmiyor, mezarlık kurmuyor, ölülerin öldükten sonra da hüküm sürmesine, kendilerine hükmetmesine izin vermiyorlar. Gökdelenleri, uçak gemileri, barajları yok. Çokuluslu şirketleri, bankaları, borsaları yok. Seri katilleri yok. İstihbarat teşkilatları kurup, faili meçhullere bulaşmamışlar.”, “İnsanlık bütün bunlarla uğraşırken Çingeneler yürüyüp gitmişler. Üstelik Göbekçibaba Türbesi gibi başka halklarda kolay kolay rastlanmayacak biriciklikleri de var.”
Faruk şu önemli soruyu soruyor: “Yerleşikliğe dayanan tüm eski medeniyetler kapitalizme teslim oldu, Haçlı orduları değil AVM İslam’ı yendi. Büyük fotoğrafı görerek, medeniyet bilgisini edinerek, kapitalizmi aşmayı hedefleyerek, Çingeneleri dikkate alarak yeni bir medeniyet üzerine düşünmemiz gerekmez mi?”
13.12.2014, Taraf
Göçebe Düşünce ve İhlal IV
Ümit Kardaş
Yerleşik düşünce bize itaati öğretir. Kod’lar, kurallar, sınırlar içinde itirazsız bir boyun eğiş. Göçebe düşünce ise ucu açık bir deneyim içinde bizi itiraz ve ihlale götürür.
Göçebe düşünce, yersizyurtsuzluğuyla sınırları aşarak, yerleşik olanı reddetme imkânını da taşıyarak, etkileşime açık bir şekilde oluşur. Ömer Faruk, (Yarabıçak) göçebe düşünceyi şöyle açıklamakta: “Göçebe düşünce özünde geleneksel felsefedeki ‘doğruluk’, ‘aşkınlık’ ve ‘tanrısallık’a karşı çıkmayı, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme imkânıdır.”, “Düşünceden daha da önemli olan ‘düşünmeye iten’ şeydir; filozoftan daha önemli olan, şairdir. Düşünmek yorumlamak, açıklamak, geliştirmek ve itiraz etmektir. Yaratma, düşüncenin kendisinden kendisini doğurmasıdır. Dikte edilene razı olmamak, deniz dibini merak etmekten vazgeçmemektir.” ,“Düşünmek eylemdir!”
İşte bu nedenle, göçebe düşünce, yaratma sürecinde devletle ve iktidar odaklarıyla karşı karşıya gelir. Bilim, felsefe ve sanat alanlarında son derece akışkan niteliğiyle sürekli bir yaratım halindedir. Bunu yaparken ötekileştirilenlerle ve hayatla karşılaşmayı hedefler, yaralara dokunur, önceki yaratımları didikler, ‘dil’i parçalar, bozar ve yeniden kurar.
Sınırlar çizen, kod’lar koyan, adlar veren bir medeniyetin barbarlığı ve vahşeti karşısında göçebe düşünce kaybolmayı göze alarak, haritasız, krokisiz çıkılan bir yolda en iyi dosttur. Oysa statükonun konforu bilinmeyenin çekiciliğine galebe çalar. Modern insanın denetim altındaki bildik hayatı bilinmez olana imkân tanımaz. Düzenli, denetimli, rutin hayat sıkıcıdır ve umutsuzluk üretir. Yerleşik bir düzende; yurda, eve, eşyaya ve mekâna sahip olan kişi aynı zamanda kendini yarattığı kafeste hapsetmiş olur. Kafka bir özdeyişinde, “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı” derken; Adorno, “Yerleşik adam imrenmeyle bakar göçebe varoluşa, yeni otlaklar peşinde koşanlara, boyalı yük arabası da yıldızların yolunu izleyen tekerlekli evdir onun gözünde” der. Dış özgürlüğün iç özgürlük olmadan yaşanmayacağı ise anlaşılır bir tespit.
Faruk’un kitabında referans verdiği Michel Maffesoli, “Göçebelik Üzerine- İnisiyatik Başıboşluk” isimli kitabında önemli tespitler yapıyor. Zamanımızın yabanileşmeye gebe olduğunu belirterek politikacıları, entelektüelleri yolculuğa çağırıyor ve alışkanlıklarımızdan sıyrılmaya, paralize edici kesinliklerden kurtulmaya, analitik yöntemlerimizi dogmatizmden ve engizisyonu çağrıştıran a-priori’lerden arındırmaya davet ediyor. Modernitenin her şeyi sıraya, düzene sokarak fiyatlandırdığını, böylece denetleyip gözetleyebildiğini, buna karşılık kontrol dışında yaşamaya çalışan aylağın (ya da çapulcunun) düzene karşı gizli bir isyanı biriktirme kapasitesiyle yeni bir toplumsallığın kuruculuğuna aday olduğundan söz ediyor. Akışkanlığın (dolaşımın) zincirleri ve sınırları siyasi, ideolojik, kültürel, kültsel her alanda durdurulamayacak şekilde yerle bir ettiğini belirtiyor. Maffesoli’ye göre bu, ulusalcı, medeniyetçi, ideolojik ve dinsel kod’lara sığmama ve özgürleşme halidir ve bu ihlalci ve yeninin taşıyıcısı olma hali yerleşik için bir bilinmezlik ve kurulu düzen için bir tehdit olarak algılanır.
İşte göçebe düşünce bu akışkanlık halidir ve itiraz ve ihlali de beraberinde getirir. Ancak bu ihlal yıkıcı değildir, şiddet barındırmaz ve çağrıştırmaz, aksine kurucu bir ihlaldir. Şükrü Argın’ın anlatımıyla bu ihlalci gözünü budaktan sakınmaz; ama bu cesaretin arkasında bir devrimcinin cüretkârlığı değil, bir zanaatkârın zarafeti vardır. Çizilmiş tüm sınırları, örülmüş tüm duvarları böyle bir cesaretle karşısına alır.
Faruk, bizi tam bir seçim noktasına getiriyor. Paranoyak köle mi yoksa şizofren göçebe mi olmak. Ve devamla asıl soruyu soruyor: “Göçebe, yersiz yurtsuz bir medeniyet mümkün müdür? İnsanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür?”
03.01.2015, Taraf