d2

yagiz-ay.png

Deleuze ve Guattari’yi Aramak

Yağız Ay

Söze bir zamanlar oldukça popüler olan fakat artık o eski kullanılışlığını nedense yitirmiş bir yazma-düşünme tekniği ile başlamak gerekirse, Deleuze ve Guattari üzerine bir kitap hakkında bir yazı yazarken karşımıza belli bir olanaklar ve sınırlar silsilesi neredeyse dikiliverir. Sözgelimi, kitaptaki yazıların Deleuze ve Guattari’nin yazdıklarıyla ne ölçüde kesiştiğine ve yazarların sözünü ettikleri konulara dair hâkimiyetine dair bir yazı olabileceği kadar, tersi bir biçimde ne ölçüde kesişmediği, onlardan uzaklaştığı, farklı varyasyonlara doğru yol aldığı, yeni düşünsel yer-yurt arayışlarına çıktığı hakkında da konuşulabilir. Ancak, kabul edilmeli ki, Deleuze ve Guattari’nin düşünce çizgisi üzerinde hareket eden ve yer yer ondan kaçışlar arayan bir kitap için bu iki yazı olanağı da hem oldukça sıkıcı görünmekte hem de açıkça yazarlara büyük bir haksızlık etmekte – nitekim bu denli hacimli bir düşünce işini bu minvaldeki bir yazıda kapsamaya, aktarmaya, belki de daha kötüsü temsil etmeye çalışmak, tam da kaçmayı gerektiren o dogmatik düşünce imgesidir: dışarıdan düşünmek, yalnızca bilgi ve enformasyonun ne olduğunu birbirlerine sıklıkla karıştıran köşe yazarlarının, tanıtımcıların ya da reklamcıların ve sözcüğün gündelik anlamıyla eleştirmenlerin düşünceyi kafesleyen kıskaçlarından kaçıldığı ölçüde etkin bir pratik haline gelebilir. Böylece, Deleuze’ün zamanında Nietzsche için sorduğu o soruyu biz Deleuze ve Guattari için sorabilir hale gelebiliriz: “Bugün Deleuze ve Guattari bizim için ne anlama geliyor?” Düşünsel etkinliğin temel sorusu budur, çünkü bu soru herhangi bir düşünüre dair olmaktan çok uzakta, güncelliğe ve güncellikle nasıl etkileşim içerisinde bulunduğumuza dair bir sorudur. Eğer, felsefe, güncelliğin bir ontolojisiyse, kimlikler ve temsiller uzamının önceliğine, organizmanın organlar ve beden üzerindeki tahakkümüne, Artaud’nun deyişiyle “Tanrı yargısına” son vermek için bir çabaysa, o halde şimdinin ephemeral, uçucu, kaçıcı ve olumsal zamansızlığı arasında yeni olanı yaratmak için bir arayışı her zaman beraberinde getirir.

Arayış, Deleuze’ün Proust üzerine kitabından son yazılarına kadar izleri sürülebilinecek bir kavram: “Umut etmeye ya da korkmaya gerek yoktur: ihtiyacımız olan yalnızca yeni silahlar için bir arayıştır.”[1] Benzer bir konumda bahsedilebilir Albertine’in arayışından da; arayış, her ne kadar geçmişin sislerini aralıyor gibi görünse de, her zaman geleceğe dair bir arayıştır: şimdiye direnmek ve geleceği yaratmak için silahlar arar: fiili olmadığı halde gerçek, soyut olmadığı halde zihinsel silahlar: kavramlar ve pratikler. O halde, söz konusu olan tıpkı Deleuze’ün Spinoza’yı, Hume’ü, Simondon’u ve daha birçoklarını araması gibi Deleuze’ü ve Guattari’yi aramaktır. Ancak bir yandan da, bu arayışın öznesi olduğunu farz ettiğimiz vakit, arananın da esasında kendimiz olduğunu keşfetmemiz bir an meselesidir. Deleuze ve Guattari bir yandan bizi de aramaktadırlar. Tıpkı bir telefon gibi, çağrı bırakırlar, seslerini bir yazın dizisi aracılığıyla ulaştırırlar ve neredeyse aniden, hiç düşünmeden kendinizi çağrıya cevap vermiş ve karşının emirlerini beklerken bulursunuz: “her yerde iş başındadır.” Artık onların suç ortağısınızdır, isteklerini karşılamak, dahası bir yükümlülük altında hissetmek durumundasınızdır. Bir çizgi aracılığıyla karşı tarafa bağlanmışsınızdır, farklı hızlar, farklı tarihler arasında kesilmelerle ve kesişmelerle hareket edilmektedir. Arayışın ne öznesi ne de nesnesi vardır, ne konusu ne de ulaşmasının güvencesi olduğu bir amacı. Arayışa bir özne atfetmek, her şeyden önce onu oluşturan eklemlenme ve parçalılık hatlarını, katmanları ve yer-yurtları, bununla beraber katmansızlaşma ve yersiz-yurtsuzlaşma çizgilerini de görmezden gelmeyi gerektirir. Bir psikanalist arzunun bir nesnesi olabileceğini farz ettiğinden arayışı geçmişe ait fantezilerle sınırlandırır. Bir eleştirmense arayışı yalnızca gösterenlere indirger. Psikanaliz ve kurumsallaşmış eleştiri arayışlardan hazetmezler; çünkü arayış kelimeler ve şeyleri birbirine karıştırır. Dahası arayış, kayıtsızdır, fiili gerçeklikten koparır, aktarımları geçersiz kılar; biraz felsefeyi andırır – her ne kadar Proust felsefenin yerine hep sanatı yerleştirmeye uğraşmış olsa da.

Bir telefon nasıl çalışır? Başka bir telefona bağlanarak: telefonun, telefon olabilmesi için çoğul olması, çoğalması, türemesi, hatlarla iletilmesi gerekir. Çağrı ve arayış çizgiler arasında meydana gelen bir tekil/çoğul oluştur; işte hepimizin aradığı sihirli formül: PLURALİZM = MONİZM.[2] Dolayısıyla, ne Bir’e ne de çoğula indirgenebilir, ne başı ne de sonu vardır, fakat hep cereyan ettiği ve etrafa saçıldığı bir ortadadır; bir yanıyla tamamen rastlantısal bir karşılaşmadır, telefonunuz çalıvermiştir ve bir merak hissiyle açmış bulunursunuz, öbür yanıylaysa baskıcı bir zorlamadır, bir cevap vermeyi gerektirir, bir sorumluluk yükler. Telefonun çağırdığı arayış daima beklenmediktir: “felsefe hiçbir zaman onu bulmayı umduğunuz yerde değildir.”[3]

Belki de telefonun ve arayışın çağrısına ilk kulak verenler biyonik bir özümseme retoriği, her daim tetikte bekleyen bir algı biçimi yaratan şizofrenlerdi.[4] Şizo’nun bedeni boydan boya bir telefon rehberidir; bedeninin her uzvu bir çağrı almaktadır ve her şeyi ve herkesi arayışa çıkmaktadır. Arayışta hiçbir temsil söz konusu değildir; bir şeyin temsil ettikleri, sözgelimi Deleuze ve Guattari’nin düşünce sistemleri tarihi açısından neyi temsil ettikleri, Marksist olmayan komünistler mi yoksa gizli kapitalist ideologlar oldukları ya da Madlen’in ne anlama geldiği değil, fakat yaşanan deneyim söz konusudur. Neyin düşünülebilir neyin düşünülemez olduğuna dair bir uyuşmazlık, düşüncenin sınırlarını zorlamaya yönelik bir çağrı, bir deneyim haline gelebilmek için temsil düzeyini terk etmek arayışta bir karşılık bulur: Hiçbir şeyin önceden belirlenmediği bir tiyatro, ipliksiz bir labirent – Ariadne kendini astı.[5] Deleuze ve Guattari’nin düşüncesi bir tiyatronun geri dönüşünü duyururlar, fakat bu temsili oyunların oynandığı bir tiyatro değildir; bu daha ziyade bir fabrika gibi üretken bir tiyatrodur, bir sanatçının bir filozof edasıyla dans ettiği, bir yazarın bir siyasetçi kadar militanlaştığı, bir ressamın kaldırım taşı söktüğü, bir militanın sinemacı kılığında taklalar attığı tekil olayların sahnesidir.

Bugünlerde Deleuze ve Guattari’nin düşüncesiyle etkileşmek, onlarla beraber düşünmek herhangi bir zorunluluğu olmamakla beraber mevcut somut durumun ciddiyetini inkâr etmekle eşdeğer görülebilir bir ilk bakışla (“insanlar ölüyor, sen hala Dölöz diyorsun” sözünü kulaklarda işitmek için birinci ağızlardan duymaya pek gerek yok gibidir). Ancak belki de her şeyden fazla düşünmeye, şimdinin dehşetine direnmeye, bizi korkulara ve kaygılara sürükleyen re-aktif güçler karşısında yaratmaya ihtiyacımız var şu aralar. Ve Dışarıdan Düşünmek gibi kitaplar bu süreçleri, oluş-çizgilerini, kaçışları, sorunsallaştırmaları mümkün kılan alet çantasını sundukları için her şeyden çok pratiklerdir. Teori ve pratik arasında yeni geçişliliklerin ve dolayımların, yeni bir ilişkiselliğin düşünülmesi, Deleuze ve Foucault’nun geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında yaptıkları bir söyleşiden de anlaşılacağı üzere[6], bir zorunluluk olarak kendini uzun bir süredir dayatmakta. Deleuze ve Guattari bu yeni geçişlilikler ve hatta ihlaller üzerinden bir düşünce uzamı kurmaya çalışıyorlardı; onları aramak, arayışlarının sonsuz parçalarından bir tanesi haline gelmek, çağrılarına kulak vermek, yeni yert-yurtlarını keşfe çıkmak düşünceyi ve farkı karantina altına alan özdeşlik, sağduyu ve tanınmaya ve onların siyaset, sanat ve toplumsal alanlardaki tezahürlerine karşı bir direnişin yegâne biçimidir.

*

Editör: Ömer Faruk

Dışarıdan Düşünmek

Deleuze ve Guattari Perspektifinden Felsefe, Siyaset ve Sanat Yazıları

Yazarlar: Ali Akay, Çetin Balanuye, Melih Başaran, Cengiz Baysoy,  Sercan Çalcı,  Mustafa Demirtaş, Fahrettin Ege, Süreyyya Evren, Ömer Faruk, Onur Eylül Kara, İlke Karadağ, Sinem Özer,  John Protevi, Daniel W. Smith, Emre Sünter,

Levent Şentürk, Hakan Yücefer

*

Chiviyazıları Yayınevi/ Nemesis Kitaplığı, 416 sayfa, 29, 5 YTL,2016.

*

Mesele, Mayıs 2016

 

[1]Deleuze, Gilles (1990) “Post-scriptum sur les sociétés du control” Pourparles içinde, Paris : Minuit, s. 240-47

[2] Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (1980) Mille plateaux: capitalisme et schizophprenie 2, Paris: Minuit, s. 31

[3] Nancy, Jean-Luc  (980) L’oubli de la philosophie, Paris : Galilée, 1986, sf. 56

[4] Avital Ronell, The Telephone Book : Technology, Schizophrenia, Electric Speech, Londra: University of Nebraska Press, 1991, sf. 4

[5] Deleuze, Gilles (1968) Différence et répétition, Paris : PUF, 1968, s. 79

[6] Gilles Deleuze ve Michel Foucault, “Les intellectuels et le pouvoir” L’ile désetre: Textes et entretiens 1953-1974, ed. David Lapoujade, Paris: Minuit, 2013, sf. 288

 

mesele.png