DIŞARIDAN DÜŞÜNMEK

Deleuze ve Guattari’yi Aramak

Yağız Ay

Söze bir zamanlar oldukça popüler olan fakat artık o eski kullanılışlığını nedense yitirmiş bir yazma-düşünme tekniği ile başlamak gerekirse, Deleuze ve Guattari üzerine bir kitap hakkında bir yazı yazarken karşımıza belli bir olanaklar ve sınırlar silsilesi neredeyse dikiliverir. Sözgelimi, kitaptaki yazıların Deleuze ve Guattari’nin yazdıklarıyla ne ölçüde kesiştiğine ve yazarların sözünü ettikleri konulara dair hâkimiyetine dair bir yazı olabileceği kadar, tersi bir biçimde ne ölçüde kesişmediği, onlardan uzaklaştığı, farklı varyasyonlara doğru yol aldığı, yeni düşünsel yer-yurt arayışlarına çıktığı hakkında da konuşulabilir. Ancak, kabul edilmeli ki, Deleuze ve Guattari’nin düşünce çizgisi üzerinde hareket eden ve yer yer ondan kaçışlar arayan bir kitap için bu iki yazı olanağı da hem oldukça sıkıcı görünmekte hem de açıkça yazarlara büyük bir haksızlık etmekte – nitekim bu denli hacimli bir düşünce işini bu minvaldeki bir yazıda kapsamaya, aktarmaya, belki de daha kötüsü temsil etmeye çalışmak, tam da kaçmayı gerektiren o dogmatik düşünce imgesidir: dışarıdan düşünmek, yalnızca bilgi ve enformasyonun ne olduğunu birbirlerine sıklıkla karıştıran köşe yazarlarının, tanıtımcıların ya da reklamcıların ve sözcüğün gündelik anlamıyla eleştirmenlerin düşünceyi kafesleyen kıskaçlarından kaçıldığı ölçüde etkin bir pratik haline gelebilir. Böylece, Deleuze’ün zamanında Nietzsche için sorduğu o soruyu biz Deleuze ve Guattari için sorabilir hale gelebiliriz: “Bugün Deleuze ve Guattari bizim için ne anlama geliyor?” Düşünsel etkinliğin temel sorusu budur, çünkü bu soru herhangi bir düşünüre dair olmaktan çok uzakta, güncelliğe ve güncellikle nasıl etkileşim içerisinde bulunduğumuza dair bir sorudur. Eğer, felsefe, güncelliğin bir ontolojisiyse, kimlikler ve temsiller uzamının önceliğine, organizmanın organlar ve beden üzerindeki tahakkümüne, Artaud’nun deyişiyle “Tanrı yargısına” son vermek için bir çabaysa, o halde şimdinin ephemeral, uçucu, kaçıcı ve olumsal zamansızlığı arasında yeni olanı yaratmak için bir arayışı her zaman beraberinde getirir.

Arayış, Deleuze’ün Proust üzerine kitabından son yazılarına kadar izleri sürülebilinecek bir kavram: “Umut etmeye ya da korkmaya gerek yoktur: ihtiyacımız olan yalnızca yeni silahlar için bir arayıştır.”[1] Benzer bir konumda bahsedilebilir Albertine’in arayışından da; arayış, her ne kadar geçmişin sislerini aralıyor gibi görünse de, her zaman geleceğe dair bir arayıştır: şimdiye direnmek ve geleceği yaratmak için silahlar arar: fiili olmadığı halde gerçek, soyut olmadığı halde zihinsel silahlar: kavramlar ve pratikler. O halde, söz konusu olan tıpkı Deleuze’ün Spinoza’yı, Hume’ü, Simondon’u ve daha birçoklarını araması gibi Deleuze’ü ve Guattari’yi aramaktır. Ancak bir yandan da, bu arayışın öznesi olduğunu farz ettiğimiz vakit, arananın da esasında kendimiz olduğunu keşfetmemiz bir an meselesidir. Deleuze ve Guattari bir yandan bizi de aramaktadırlar. Tıpkı bir telefon gibi, çağrı bırakırlar, seslerini bir yazın dizisi aracılığıyla ulaştırırlar ve neredeyse aniden, hiç düşünmeden kendinizi çağrıya cevap vermiş ve karşının emirlerini beklerken bulursunuz: “her yerde iş başındadır.” Artık onların suç ortağısınızdır, isteklerini karşılamak, dahası bir yükümlülük altında hissetmek durumundasınızdır. Bir çizgi aracılığıyla karşı tarafa bağlanmışsınızdır, farklı hızlar, farklı tarihler arasında kesilmelerle ve kesişmelerle hareket edilmektedir. Arayışın ne öznesi ne de nesnesi vardır, ne konusu ne de ulaşmasının güvencesi olduğu bir amacı. Arayışa bir özne atfetmek, her şeyden önce onu oluşturan eklemlenme ve parçalılık hatlarını, katmanları ve yer-yurtları, bununla beraber katmansızlaşma ve yersiz-yurtsuzlaşma çizgilerini de görmezden gelmeyi gerektirir. Bir psikanalist arzunun bir nesnesi olabileceğini farz ettiğinden arayışı geçmişe ait fantezilerle sınırlandırır. Bir eleştirmense arayışı yalnızca gösterenlere indirger. Psikanaliz ve kurumsallaşmış eleştiri arayışlardan hazetmezler; çünkü arayış kelimeler ve şeyleri birbirine karıştırır. Dahası arayış, kayıtsızdır, fiili gerçeklikten koparır, aktarımları geçersiz kılar; biraz felsefeyi andırır – her ne kadar Proust felsefenin yerine hep sanatı yerleştirmeye uğraşmış olsa da.

Bir telefon nasıl çalışır? Başka bir telefona bağlanarak: telefonun, telefon olabilmesi için çoğul olması, çoğalması, türemesi, hatlarla iletilmesi gerekir. Çağrı ve arayış çizgiler arasında meydana gelen bir tekil/çoğul oluştur; işte hepimizin aradığı sihirli formül: PLURALİZM = MONİZM.[2] Dolayısıyla, ne Bir’e ne de çoğula indirgenebilir, ne başı ne de sonu vardır, fakat hep cereyan ettiği ve etrafa saçıldığı bir ortadadır; bir yanıyla tamamen rastlantısal bir karşılaşmadır, telefonunuz çalıvermiştir ve bir merak hissiyle açmış bulunursunuz, öbür yanıylaysa baskıcı bir zorlamadır, bir cevap vermeyi gerektirir, bir sorumluluk yükler. Telefonun çağırdığı arayış daima beklenmediktir: “felsefe hiçbir zaman onu bulmayı umduğunuz yerde değildir.”[3]

Belki de telefonun ve arayışın çağrısına ilk kulak verenler biyonik bir özümseme retoriği, her daim tetikte bekleyen bir algı biçimi yaratan şizofrenlerdi.[4] Şizo’nun bedeni boydan boya bir telefon rehberidir; bedeninin her uzvu bir çağrı almaktadır ve her şeyi ve herkesi arayışa çıkmaktadır. Arayışta hiçbir temsil söz konusu değildir; bir şeyin temsil ettikleri, sözgelimi Deleuze ve Guattari’nin düşünce sistemleri tarihi açısından neyi temsil ettikleri, Marksist olmayan komünistler mi yoksa gizli kapitalist ideologlar oldukları ya da Madlen’in ne anlama geldiği değil, fakat yaşanan deneyim söz konusudur. Neyin düşünülebilir neyin düşünülemez olduğuna dair bir uyuşmazlık, düşüncenin sınırlarını zorlamaya yönelik bir çağrı, bir deneyim haline gelebilmek için temsil düzeyini terk etmek arayışta bir karşılık bulur: Hiçbir şeyin önceden belirlenmediği bir tiyatro, ipliksiz bir labirent – Ariadne kendini astı.[5] Deleuze ve Guattari’nin düşüncesi bir tiyatronun geri dönüşünü duyururlar, fakat bu temsili oyunların oynandığı bir tiyatro değildir; bu daha ziyade bir fabrika gibi üretken bir tiyatrodur, bir sanatçının bir filozof edasıyla dans ettiği, bir yazarın bir siyasetçi kadar militanlaştığı, bir ressamın kaldırım taşı söktüğü, bir militanın sinemacı kılığında taklalar attığı tekil olayların sahnesidir.

Bugünlerde Deleuze ve Guattari’nin düşüncesiyle etkileşmek, onlarla beraber düşünmek herhangi bir zorunluluğu olmamakla beraber mevcut somut durumun ciddiyetini inkâr etmekle eşdeğer görülebilir bir ilk bakışla (“insanlar ölüyor, sen hala Dölöz diyorsun” sözünü kulaklarda işitmek için birinci ağızlardan duymaya pek gerek yok gibidir). Ancak belki de her şeyden fazla düşünmeye, şimdinin dehşetine direnmeye, bizi korkulara ve kaygılara sürükleyen re-aktif güçler karşısında yaratmaya ihtiyacımız var şu aralar. Ve Dışarıdan Düşünmek gibi kitaplar bu süreçleri, oluş-çizgilerini, kaçışları, sorunsallaştırmaları mümkün kılan alet çantasını sundukları için her şeyden çok pratiklerdir. Teori ve pratik arasında yeni geçişliliklerin ve dolayımların, yeni bir ilişkiselliğin düşünülmesi, Deleuze ve Foucault’nun geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında yaptıkları bir söyleşiden de anlaşılacağı üzere[6], bir zorunluluk olarak kendini uzun bir süredir dayatmakta. Deleuze ve Guattari bu yeni geçişlilikler ve hatta ihlaller üzerinden bir düşünce uzamı kurmaya çalışıyorlardı; onları aramak, arayışlarının sonsuz parçalarından bir tanesi haline gelmek, çağrılarına kulak vermek, yeni yert-yurtlarını keşfe çıkmak düşünceyi ve farkı karantina altına alan özdeşlik, sağduyu ve tanınmaya ve onların siyaset, sanat ve toplumsal alanlardaki tezahürlerine karşı bir direnişin yegâne biçimidir.

*

Editör: Ömer Faruk

Dışarıdan Düşünmek
Deleuze ve Guattari Perspektifinden
Felsefe, Siyaset ve Sanat Yazıları

Yazarlar: Ali Akay, Çetin Balanuye, Melih Başaran, Cengiz Baysoy,  Sercan Çalcı,  Mustafa Demirtaş, Fahrettin Ege, Süreyyya Evren, Ömer Faruk, Onur Eylül Kara, İlke Karadağ, Sinem Özer,  John Protevi, Daniel W. Smith, Emre Sünter,

Levent Şentürk, Hakan Yücefer

*

Chiviyazıları Yayınevi/ Nemesis Kitaplığı, 416 sayfa, 29, 5 YTL,2016.

*


[1]Deleuze, Gilles (1990) “Post-scriptum sur les sociétés du control” Pourparles içinde, Paris : Minuit, s. 240-47

[2] Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (1980) Mille plateaux: capitalisme et schizophprenie 2, Paris: Minuit, s. 31

[3] Nancy, Jean-Luc  (980) L’oubli de la philosophie, Paris : Galilée, 1986, sf. 56

[4] Avital Ronell, The Telephone Book : Technology, Schizophrenia, Electric Speech, Londra: University of Nebraska Press, 1991, sf. 4

[5] Deleuze, Gilles (1968) Différence et répétition, Paris : PUF, 1968, s. 79

[6] Gilles Deleuze ve Michel Foucault, “Les intellectuels et le pouvoir” L’ile désetre: Textes et entretiens 1953-1974, ed. David Lapoujade, Paris: Minuit, 2013, sf. 288

Mesele, Mayıs 2016


 

Deleuze Üzerine:

Dışarıdan Düşünmek’te Ferahlamak

 Murat Bjeduğ

Unutulmaz SABO’ya, Sabahattin Kurt’a…

Abdûlgaffar el Hayatî der ki…

“Devlet devrimle yıkılabilecek bir kurum değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Devlet, bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür.

Devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendini yeniden üretemediği yeni ilişkiler; özgürlükçü, dayanışmacı ve yaratıcı yeni bir ‘hayat tarzı’ kurularak eritilebilir. Asıl olan ‘iktidarı almak’ değil, kişinin öncelikle ve kesinlikle kendisinin ‘devlet dışı’na çıkması, ‘devlet dışı’ bir içerikle tanzim edilmiş gündelik hayat ihlallerini tasarlaması ve yaşamasıdır.

Hiç ama hiç unutmamak gerekir: “Yaşanacak bir hayatımız vardır!”

*

Askeri darbenin, yani 12 Eylül 1980 tarihinin bir milat olduğu; toplumsal, kültürel, müzik ve edebiyatı da içeren sanat alanlarında neye el atılsa, ölümcül zehriyle dehşet verici bir akrep gibi ortaya çıkıyor. Zehrinin uyuşturucu, pelteleştirici ve yıkıcılığıyla çok ağır tahribatlara yol açmış. Çökertici güçte olmuş. Panzehiri de uzun süre icat edilememiş. Darbe yönetimiyle hazırlanan neo-liberal ekonomi ile muhafazakâr siyasa, dünyadaki gelişmelerle eşzamanlı ideolojik ataklar yaparak önce iktidarı almış ve akabinde de hegemonik sultasını kurmuş.

Şu son otuz beş yıla bakıldığında muhafazakâr neo-liberalizmin en ağır tahribatının ekoloji, kadın, sanat-kültür alanlarında gerçekleştiği apaçık görülüyor.

Ütopyaların peşinde boşuna koşmuşuz, somut bugün soyut bir yarın uğruna feda edildi söylemleri; liberalizm – piyasa – demokrasi yönsemeleri, ütopyaların, geleceği kurma arzusunun terk edilmesi, volontarizm ile determinizm arasında gidip gelen sarkacın, determinizm kutbunda park etmesiyle, Türkiye entelijansiyası kendi topuğuna kurşun sıkmış sıkmış oldu. 1970’lere oranla, 1980-83 yılları arasında düşünce üretimi durdu, sanat-kültür dünyasındaki dinamizm söndü; entelektüel âlemde yaprak kımıldamadı. Sinizme, patolojik düzeyde yenilgi çöküntüsünün ruh haliyle, uvriyerist nihilizme, inançsızlığa yelken açıldı. Ütopyalara elveda denildi. Kültürel alanlarda birçok parsel, muhafazakârlara terk edildi; Tanburi Cemil Bey, Osmanlı/Bizans tarihi, İsmet Özel’in o şahane şiirleri, felsefe, hatta hatta yakın tarih, 9 Mart/12 Mart, darbeler, askeri vesayet ve en faciası da demokrasi!?…

Tablo böyleydi.

Piramidin tepesi böyle olunca, oraya bakan, yönünü tayin eden, orta kademe daha çok etkilendi. Ama bu kaos ilanihaye sürmeyecekti. Çünkü sınıflar mücadelesi sürüyordu ve zaten bu kaotik durağanlık da ilkin işçi sınıfının eylemleriyle silkelendi. On binlerce maden işçisi Zonguldak’tan Ankara’ya doğru yürüyüşe geçince, tıpkı 15-16 Haziran kalkışması sırasında olduğu gibi, herkes, şapkasını önüne koyup her şeyi gözden geçirme ve sorgulama zorunluluğunu hissetti. Devlet de, devrimciler de, entelejansiya da…

Frankfurt Okulu, Gramsci, Nicos Poulantzas, Cornelius Castoradis, Fouacault, Rudolf Bahro, Murray Bookchin o kasvetli dönemlerin ilk etaplarında birer çıra gibi imdada yetiştiler. Zamanın çölümsü çoraklığına vaha oldular. İşte o zamanlar yeni, genç, henüz anarşizan-bireyselliği seven ve öyle hareket eden ama çalışkan az sayıda insan, intihar etmiş 12 Mart ve 12 Eylül mağduru ve yorgunu entelejansiyanın yerini almaya başladı. Nicel olarak irkiltici değildi ama çok çalışkan, çok okuyan, üreten ve siyasi eylemliliğe aşılmaz mesafeler koymayan, ama örgüt ve örgütlü hareket etmekten çok hoşlaşmayan bu atomize görüntü veren insanlar ilkin bir kategori oluşturmuyorlardı belki, ama neo-liberalizmin siyasi, ekonomik, kültürel bozgununu önceden sezme yetisiyle bu fiyasko ve sonuçlarını görünür kılma çabasında ortaklaştılar. Yeni bir ütopya için ruhlar henüz hazır değildi belki ama neo-liberalizme karşı alternatif  üretme arzusu, ihtiyaç duyulan enerji ve dinamizmin üretilmesine de çapa oluyordu. Büyük anlatılar, büyük sanatçılar, şok etkisi yaratan sanat manifestoları, büyük devrimciler, dâhi müzisyenler, büyük yazarlar, besteciler… Artık olmayacaktı.

O çağ kapanmıştı. 68’in en sevdiğim sloganı, “Küçük güzeldir” dönemi başladı. Zaten çökmekte olan, devasanın ihtişamına karşın küçük yaratıcılıklar, entelektüel zanaatkârlık diyebileceğim mütevazı, böbürlenmeden, büyüklenmeden filizlenmeler yüzü yarınlara dönük yaratıcı praxis evresine girildi. 68’lilerdeki kadar şehvetli olmasa da tartışmalar, düşünce ve kavram üretimi çabaları arttı. 68’lilerin konuşan aydın profiline karşılık bu yeni dönem entelektüeli yazma edimini benimsedi ki bu çok hayırlı oldu.

Bugün elimde olan, yazının girişinde yer alan çarpıcı alıntının bulunduğu Dışarıdan Düşünmek isimli, epey emek harcanarak ortaya çıkarılmış sürpriz kitap hem bu kısa girizgâhı yaptırdı, hem de entelektüel hayatımızdaki ufkumuzu ve kalibremizi ölçtürdü. Kaybolan zamana bakınca ise vahim kelimesi bile yetersiz kalıyor.

Sınıf eylemlerinin estirdiği rüzgârlar ile hareketlenen entelijansiya, tekil, bireysel çabalarla arayışlarını sürdürürken beri yanda da her nasılsa önemi yeterince fark edilememiş, sanki biraz da Frankfurt Okulu’nun gördüğü ilgi nedeniyle de gölgede kalmış, Derrida veDeleuze yeni yeni keşfedilmeye başlandı.

Gilles Deleuze’u ilk duyduğum ve yazılarından ilk bilgileri aldığım Ali Akay’a; daha sonra sevgili Ulus Baker’e, Deleuze ilgimi derinleşmeye sevk ettikleri için şükranlarımı ifade etmeliyim.

Uzun yıllar adı sadece akademik çevrelerde anılan, bilinen Deleuze bu son birkaç yılda herhalde eserleri en fazla çevrilen, düşünceleri hakkında yazılan kitapları peş peşe yayımlanan isim oldu. Bu yayım ile okunma oranı eş düzeyde midir? Henüz net bir cevap için erken. Ama artık Deleuze okumak, öğrenmek isteyenler için hatırı sayılır miktarda yayın raflarda. En ses getiren Anti-Oedipus çevrildi, Bin Yayla herhalde çevriliyordur. 1995 yılındaki intiharından önce son yazdığı Kritik ve Klinik, Norgunk Yayınları’nca neşredildi. Son makalesi, “Edimsel ve Virtüel“, Cogito sayı 82’de çıktı.

Cogito dergisi, Kış 2016/ 82. sayısını tamamen Deleuze’e ayırdı. Yaptığım taramaya göre 92 adet e-kitap formatında (İngilizce), 70 civarında da basılı kitap olarak Deleuze, Deleuze&Guattari’nin yazdıklarının yanı sıra, düşünceleri ve tezleri hakkında yazılmış eser bulunuyor. Üstelik de bazılarının baskısı tükenmiş. Memleketimiz bir âlem, akıl sır ermiyor; bir yanda kitap okunmuyor feveranları, beri yanda kendi ülkesinde, kendi dilinde bile çetrefilli ve okunması zihinsel uğraş isteyen bir Fransız entelektüelinin bütün çalışmaları burada yayımlanıyor.

Bir anda üzerimize Deleuze yağmaya başladı. Meteor gibi…

Bu bize özgü metafizik antagonizma elbette şu en felaket zamanlarda dahi umutlu olmamız için kıymeti haizdir. Ama mesela, Dışarıdan Düşünmek, üst seviyedeki kalitesine, ister Deleuze’e yeni başlayanlar için, ister başlamış olanlar için olsun, doyuruculuğuna rağmen, internet kitap satış mecralarında, Deleuze yazınca gelen listede, Dışarıdan Düşünmek gözükmüyor. Halbuki, Zafer Aracagök tarafından yazılmış Atopolojik Sapmalar-Deleuze ve Guattari (Kült Neşriyat) adlı tek yerli yayın dışında, ağırlıklı olarak memleket aydın ve akademisyenlerince çalışılıp, editör Ömer Faruk’u da, yayımlanıncaya kadar epey yorduğunu tahmin ettiğim Dışarıdan Düşünmek, tür olarak Deleuze konulu tek  kolektif kitap. 16 yazı var, birbirinden bağımsız ve her biri Deleuze’ü farklı konularda ele alıyor, tartışıyor. 416 sayfa olan kitap, Chiviyazıları Yayınları’ndan çıkmış.

Dışarıdan Düşünmek:

Ulus Baker’e ve Gezi Ayaklanması sırasında kaybettiğimiz Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Berkin Elvan, Hasan Ferit Gedik, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım, Mustafa Sarı ve 8 köpek, 63 kedi, 1.028 kuşun anısına ithaf edilmiş.

Çok güçlü bir kitap!

’68, edebiyat, mimarlık, felsefe… Emeği geçenlere müteşekkiriz, başta Ömer Faruk’a. Dışarıdan Düşünmek, keyifle!? okunacak bir kitap değil kuşkusuz, ama Deleuze’u hazmetmede iştah açıcı, aynı zamanda da zihni, hazmetmede zorluk yaşanacağı için olmalı, önden şırınga edilen teskin edici bir işlevi var. Deleuze tartışılıyor ama okurun, bir derin çoğulculuk ve çoğul okumaya hazır olması gerekiyor.

Antagonizma

46 bin üniversite öğrencisi ve bir milyon nüfuslu Mersin’de şu an kitapçılarda tek bir tane Dışarıdan Düşünmek, kitabı bulunmuyor. Kitapsan bir yerel kitap ve kırtasiye firması, ne Adana, ne de Mersin şubelerinde bulunmayan, sorulmadığı, sipariş edilmediği için de getirtilmeyen bu kitabı ricam üzerine bir adet getirtme sözünü verdi. Tam bir Fars değil mi?

Yoksa yaşadığım memlekette değil de Paris’te mi aramalıydım?

Kitapla ilgili şu ana kadar tek kritik, Mesele dergisinin son sayısında çıktı.

Ulus yaşıyor olsaydı, böyle olmazdı. Yani millet anlamında değil, Ulus Baker’i kastediyorum. O kibar, narin, yardımsever, paylaşan, hep vermeye hazır olan; bana kalırsa 60’larda kalan hakiki Hippi duyarlığı ve yumuşak başlılığın temsilcisi olan rahmetli Ulus Baker, asla entelektüel teşhircilik yapmadan, tevazusuyla çok sevilen, dopdolu bir insandı. 90’lı yıllar boyunca İletişim / Birikim Ankara bürosunda sevgili Tanıl Bora, Ulus Baker, Ahmet Çiğdemve birkaç arkadaş daha; her pazartesi günü, hafta sonu lig maçlarının kritiğini yaptığımız sohbetleri düşünüyorum: Ulus ile en çok Manchester City ve Best, Ajax ve Cruyff, Liverpool ve yoksul madenci çocuğu santrfor Rush ile Daglish’i, Gençlerbirliği’ni konuştuğumuz kadar Deleuze’u konuşsa idik, şimdi bir Deleuzeolog olmuştum. Ben, o yıllarda tüm dikkat ve ilgimi Bahro,Bookchin, Cornelius Castoriadis üzerine yoğunlaştırmışken, Ulus, Deleuze’u özümsemekle meşgul imiş, sonradan öğrendim.

Bu hatıralar yumağına baktığım zaman, şunu itiraf etmek gerekiyor; Murat Belge’nin, Althusser ve düşüncelerini, kitaplarını çevirme, tanıtma çabalarının trajik sonu, “Birçok sözü telaffuz etmeyi ilk kendisinden öğrendiğim Althusser, umarım daha çok bedensel acı çekmez” ifadesiyle, teorinin sağlaması yine teori içinden yapılır, tezi üzerine Althussere’e vedası sonrasında yanan ağzımız yüzünden, yoğurdu üflemeye koşulladı bizleri.

Derrida, Deleuze hele dursun sonra bakarız, tavrında idim; başka insanlar da öyleydi.

Deleuze, “Metafizikçi – olmayan bir filozof musunuz” sorusuna,

“Hayır, kendimi saf bir metafizikçi olarak görüyorum” (Cogito, sayı 82, syf. 21) cevabını vermiş, Arnaud Villani’ye verdiği mülakatta.

İki ay kadar evvel bu saf metafizikçi filozofun entelektüel dünyamın kapılarına dayanması da zaten metafiziksel bir şekilde oldu. Çıkmış kitaplarını, makaleleri toparlamayla uğraşırken, Ömer Faruk’la tanıştım. Hiç bilmiyordum Deleuze ilgisini, ben okumaya başladığımı söyleyince basımda olan Dışarıdan Düşünmek kitabından söz etti, çıkınca da imzalayıp yollama nezaketini gösterdi. THKP-C tartışmamızın başlarında zemin kaydı ve Deleuze&Dışarıdan Düşünmek daha çok yer almaya başladı konuşmalarımızda. Derken hiç haberdar değilken, aynı günlerde Cogito, Deleuze sayısını yayımladı. Deleuze, “vakit kerahata erdi Çerkes delikanlısı, gel bakalım” dedi sanki.

Şimdi hiç olmadığı kadar geniş bir literatüre sahibiz. Ama benim en çok önemsediğim Dışarıdan Düşünmek kitabıdır. Ülkemizin akademisyen, aydın, yazarları ilk kez bir kolektif çalışmada Deleuze tartışıyor.

Frankfurt Okulu’nu daha çok sevdiğimiz ve okuduğumuz malum. Bu sevda da muhtemelen Frankfurt teorisyenlerinin Marksizmle daha yakın ilişkisinin rolü vardır ama; Deleuze de, Le Nouvel Observateur, 16-22 kasım 1995 sayısında “Ölen Büyük Felsefeci Yüksek Sesle Düşünüyor” başlığıyla yayımlanan ve Cogito/82. sayısında çevirisine yer verilen konuşmasında Marx, Marksizm hakkında şunları söylemiş:

Marx’ı Nietzsche’yle aynı dönemde okudum. Bence hayranlık uyandırıcıdır. Bana kalırsa, hâlâ geçerliliğini koruyan kavramlar onlar. Orada bir eleştiri, kökten bir eleştiri var. Anti- Oedipus ve Bin Yayla’nın her yerinde Marx, Marksizm vardır. Örneğin ‘denetim toplumu’  üstüne yayımladığım makale bütünüyle Marksisttir, ne var ki ben Marx’ın bilmediği şeyler üzerine yazıyorum. İnsanlar Marx’ın yanıldığını söylediklerinde bununla ne demek istediklerini anlayamıyorum. Hele Marx öldü dediklerinde. Bugün çabucak yapılması gereken işler var: Dünya pazarının ne olduğunu, ne gibi dönüşümler geçirdiğini çözümlememiz gerek. Bunun için de Marx’tan geçmek gerekiyor.”

Kant, Hume, Spinoza, Bergson, Nietzsche en sonunda Marx. Deleuze’un serencamı böyle özetlenebilir. Deleuze, bu parıldayan düşünür, Marx hakkında bu sözleri sanki birkaç gün önce söylemiş gibi.

Biz sade Marx’ı değil, 68’i de çok severiz. Deleuze, ’68 bahsinde şunların altını çizmiş:

O süreç kuram bakımından çok zengindi… Savaştan sonra, olağanüstü bir kültürel ve entelektüel patlama oldu. Sonra 50’li yıllar çöldü. Sonra 60’lı yıllarda çölden çıkış ve yeniden çok güçlü bir dönem yaşandı (sinemada Yeni Dalga’yla, kuram alanında özetlemek için şöyle diyelim Foucault ve Lacan’la). O sıra ortalık çok canlıydı. Şimdiyse yine çöl. Ama geri döndürülemez bir şey değil bu… Şimdiki gibi yoksul dönemlerde, aşkınlık hep yeniden canlandırılıp ‘üstüne düşünme’ olarak felsefeye dönüş yaşanır… Öyleyse, şimdi yeniden bulunması gereken şey yaratıcılık olarak felsefedir. ‘Üstüne düşünmek’ değil, kavramlar yaratmak gerekiyor; aşkınlıklar keşfetmek değil, kavramların içkinlik alanlarında işlemesini sağlamak gerekiyor.

Daha hazinenin kapağını kımıldatınca bunlar çıktı. Tam açınca kendimizi daha güçlü, daha enerjik hissedeceğiz. Gezi’nin üstüne Deleuze, tam bir Fransız dijestifi gibi gelecek.

Foucault, “20. yüzyıl Deleuze’cu bir çağ olarak anılacak” demiş. Bu anlamda 20. yüzyılı kaçırdık, zaman varken 21. yüzyılı yakalayalım. Çünkü:

“Bu kitap çağdaş felsefenin en yararlı kitabı hâline gelecektir, çünkü okuru sayaçlarını sıfırlamaya, ve düşüncenin durmadan daha çok beslendiği kaos karşısında, kendi ‘zar atımını’ denemeye çağırıyor. Düşünceyi, direniş gücünün en güvenilir göstergesi olan şen ciddiyetiyle kendi sınırlarına doğru götüren, açık, yoğun ve zor; bizatihi açıklığı, çembersi mantığı, sarmal gelişimi yüzünden zor bir kitap.” (Raymond Bellour, Magazine Litteraire, Felsefe Nedir? Deleuze&Guattari)

Dışarıdan Düşünmek, sayaçlarımızın sıfırlandığı şu dönemde mükemmel bir ilk adım olabilir.

Bin Yayla’ya ulaşmamıza az kaldı, neo-liberalizm vadisini de geçtik geçiyoruz, son vadiydi.

Sıhhatinize, dostluğa, umuda… Şerefe…

*

Editör: Ömer Faruk

Dışarıdan Düşünmek

Deleuze ve Guattari Perspektifinden Felsefe, Siyaset ve Sanat Yazıları

Yazarlar: Ali Akay, Çetin Balanuye, Melih Başaran, Cengiz Baysoy,

Sercan Çalcı, Mustafa Demirtaş, Fahrettin Ege, Süreyyya Evren, Ömer Faruk, Onur Eylül Kara, İlke Karadağ, Sinem Özer,  John Protevi, Daniel W. Smith,

Emre Sünter, Levent Şentürk, Hakan Yücefer

*

Chiviyazıları Yayınevi / Nemesis Kitaplığı, 416 sayfa, 29,5 TL, 2016.

*

09 Mayıs 2016/T24


 

Dışarıdan Düşünmek

Ümit Kardaş

Hiç düşündünüz mü? Düşünme edimi ne zaman başlar? Acaba biz yazarken, konuşurken düşünüyor muyuz? “Düşünce, düşünemez olduğu şeyin sınırına kadar gittiğinde harekete geçer, bir edime dönüşür, yaratır.” “Göçebe düşünce” bunu sağlar… Deleuze ve Guattari dünyasında göçebe düşüncenin, dünya üzerinde seyahat adına çıkılan uzun yolculuklarla bir ilgisi bulunmamakta. Göçebeyi koruyan ya da kuvvetli yapan şey ele geçirilememesi, kodlanamaması değil, ele geçirememesidir. Deleuze’e göre asıl tehlikeli olan, bir hükümetin faşizan politikalar yürütmesinden çok buna direnenlerin faşistleşmesidir. (Dışarıdan Düşünmek-İlke Karadağ/Ed. Ömer Faruk )

Devlet, kendini sadece ordu, polis, bürokrasi, üniversite, medya gibi kurumlar üzerinden değil, normal bireyler üzerinden de yeniden üretir. Foucault’ya göre; iktidar doğrudan üretici bir ilişkidir. İktidar ilişkileri, egemen olan kadar egemen olunanların da bedenlerinden geçer. İktidar ilişkileri aşağıdan üretilir. Egemen olanlar kadar egemen olunanlar da ona katılır.
“Devlet-içi düşünce” yaratıcılığı, deneyimlemeyi, özgürleşmeyi, coşkuyu ve neşeyi engellemekte. Kemalizm, tüm kesimleri devlet içi bir düşünce tornasından geçirdiği için çoğunluk hayatı “kurucu özne”, “tarihi bilinç” gibi aşkınlık kavramları üzerinden okumakta. Oysa içkinlik boyutunda hayat temsildeki hiyerarşiyi reddeden, özneye ve nesneye bağlı olmayan, deneyimlemekten çekinmeyen, kendini keşfederken tekrar tekrar yeniden icat eden bir düzlemde yaşanır. (Cengiz Baysoy-Sinem Özer-a.g.e.)

Abdülgaffar el Hayati, bize bunu sade bir şekilde anlatır. “Asıl olan “iktidarı almak” değil; kişinin öncelikle ve kesinlikle kendisinin “devlet dışı”na çıkması, “devlet dışı” bir içerikle tanzim edilmiş gündelik hayat ihlallerini tasarlaması ve yaşamasıdır. Hiç ama hiç unutmamak gerekir: Yaşanacak bir hayatımız vardır. Devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendini yeniden üretemediği yeni ilişkiler, özgürlükçü, dayanışmacı ve yaratıcı “yeni bir hayat tarzı” kurularak eritilebilir.”

Deleuze’e göre, “halkın istediği şey”, halkın istediği şey değil, birinin halkın istediği şey olduğunu düşündüğü şeydir. Halkın istedikleri “temsil edenlerin” istedikleri şeydir. Böylece devlet-içi düşüncenin “temsile” dayandığı ortaya çıkmakta. Küçük bir devlet olarak tanımlanan iyi yurttaş devlet-içi düşünerek, onunla özdeşleşerek “normal birey!” haline gelir. Bunun politikadaki karşılığı, hükmedilen, itaat altına alınmış ve disipline edilmiş kalabalıklardır. (Tabi grup). Bireyler grubun ölümsüzlüğü adına biricik olmalarını geride bırakarak, belirli bir aşkın imgeyi içselleştirip onunla özdeşleşirler. Edinilen bu kimlik artık dışlayıcıdır ve bu gruplar baskıcı, despotik iktidar uygulamalarının aracıdır. AKP’nin geldiği durum tam da bu noktayı işaret etmekte.

Ömer Faruk’un deyişiyle; devletin nasıl davranacağına dair kimi öngörülerde bulunabileceğimiz bir devlet teorisinden yoksunuz; siyasetin silah karşısında bu denli güçsüz olduğunu bile kestiremedik, bu bizim düşünsel sefaletimizdir. (a.g.e)

“Temsili” içeren hiyerarşik devletçi düşünce tarzıyla oluşturulan “çelik çekirdek” gücündeki örgütlenmelerin özgürleştirici istekleri bastırarak içimizdeki faşizmi beslediği açık. Bu nedenle devletin kendini yeniden üretemediği yeni dil ve kavramlar üzerinden yeni bir düşünce tarzı oluşturulması üzerinde kafa yorulması zorunlu. Deleuze’ün deyişiyle; yegâne kimliğimiz kendi üzerimizde yaptığımız deneylerdir.

Bu nedenle Nietzsche’nin sözünü hep hatırlamalıyız: “Ya çare sizsiniz ya da çaresizsiniz.”

*

Editör: Ömer Faruk

Dışarıdan Düşünmek

Deleuze ve Guattari Perspektifinden Felsefe, Siyaset ve Sanat Yazıları

Yazarlar: Ali Akay, Çetin Balanuye, Melih Başaran, Cengiz Baysoy,

Sercan Çalcı, Mustafa Demirtaş, Fahrettin Ege, Süreyyya Evren, Ömer Faruk, Onur Eylül Kara, İlke Karadağ, Sinem Özer,  John Protevi, Daniel W. Smith,

Emre Sünter, Levent Şentürk, Hakan Yücefer

*

Chiviyazıları Yayınevi / Nemesis Kitaplığı, 416 sayfa, 29,5 TL, 2016.

*

30 Mayıs 2016/ Yarına Bakış