Yara’dan Bıçağa I
Ümit Kardaş
Ömer Faruk’un İthaki Yayınları’ndan çıkan “Yarabıçak- Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları” isimli kitabı deneme türüne biçim, üslup ve içeriğiyle yenilik getiren bir metin. Neredeyse her satırının altını çizdiğim, düşündüren, içinden modernleşmenin ve kapitalistleşmenin getirdiği çok sayıda tartışılması gereken soruların çıkartılabileceği bir kitap. Metnin içinden felsefe de geçiyor, şiir de, şarkı da, sinema da.. İtiraf etmeliyim ki, bugüne kadar hiçbir deneme bana bu kadar yakın gelmedi.
Faruk, cesur bir metinle cennetten kovulmayı göze almamızı istiyor. Kitabın başında Şükrü Argın’ın metnin içeriği kadar sarsıcı ve kışkırtıcı “Devlet ve İhlal” isimli bir sunumu var. Argın, sunuşta kitabı şöyle değerlendirmekte: “Ömer Faruk’un kitabı düşünen bir metin. İçinde hiçbir anahtar yoktur. Kilitleri kurcalar sadece. ‘Yara’dan ‘bıçak’a doğru ilerler. Sınır’ların yeryüzünde, kod’ların kamusal ve mahrem hayatta, ad’ların ve sıfat’ların bedenlerde ve ruhlarda açtığı yaraların izini sürer. Yarayı bıçakla yüzleştirmeye çalışır kısacası. Sınır çizmenin, kod ‘yazma’nın, ad vermenin içerdiği şiddeti ve vahşeti; medeniyetin ruhuna yerleşmiş barbarlığı açığa çıkarmaya, görünür kılmaya çalışır.”
Faruk, kitabında düşünmeyi kavram inşası ve aynı zamanda imhası olarak gören düşünce tarzının savunucuları Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşüncesi”ni yol arkadaşı yapıyor, ihlalci bir politik tavrın sınır tanımayan etik çizgisini sürdürüyor. Bu ihlal yıkıcı olduğu kadar, kurucu bir ihlaldir de.
Kitap şu temel noktadan hareket ediyor. Yerleşiklik, bir toprak parçasının etrafını çitleyip mülkiyet iddiasında bulunan insanın, buna diğer insanları inandırma sürecini doğurmuştur. Abdûlgaffar el Hayati’ye göre “Sınır önce zihinde oluşur”. İnsanoğlu yerleşikliğe geçtiği tarihten bu yana sınırlarla, duvarlarla, kapı ve anahtarlarla, kod’larla yaşamayı seçmiştir. Yerleşik medeniyet, cinnet ve cinayetler, savaş ve katliamlar, ıstırap ve gözyaşları yaratmıştır. Ve Adorno ahlaki olmayanı söyler: “Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi evimizde hissetmemek ahlakın bir parçasıdır.”
Faruk, sorgulamamızı istiyor. Göçebe, yersiz yurtsuz, bir insanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür? Bu nedenle Yarabıçak’ın en önemli kahramanı Çingeneler. Çünkü onlar medeniyetlerini içlerinde taşıyan bir toplumun mensubu olarak, bizim anladığımız anlamda medeni bir toplumun unsuru haline gelmemekle medeniyet kurucularının oyununa gelmemişlerdir. Bu nedenle onların sınırsız, devletsiz, bayraksız, konargöçer medeniyetinden bir şeyler öğrenmemiz gerekmekte.
Kitap, “göçebe düşünce” üzerinden tartışmayı sürdürürken, özgürlük, eşitlik, kardeşlik değerlerini savunan solu da düşünce ve pratiği bakımından eleştirmekte. Ayrıca küreselleşmenin aldığı yeni boyutla, kapitalizmin sınır ve kural tanımadan mevcut bütün geleneksel yapıları dağıtıp imha ederek her yere biçim veren “pan-kapitalizm”e dönüşünün saptamasını yapmakta.
Ferda Keskin’in anlatımıyla, “Yarabıçak özgürlüğün bir durum değil, bir pratik olduğunu ve bu pratiğin hedef aldığı sınırların nesnesi olmak ile öznesi olmak arasındaki sinsi geçişliliği görmek ve hatırlamak için dikkatle okunması gereken çok katmanlı bir metin.”
Yarabıçak, itiraza, yıkıcı ama aynı zamanda kurucu ihlale, kilitleri zorlamaya çağırıyor, duvarlarda kıpırdayıp duran gölgelere değil, dışarıda akıp giden hayata bakmayı öneriyor.
Kitaptan hareketle zaman zaman birçok konuyu tartışmaya devam edeceğim.
15.11.2014, Taraf
Devrimcinin Özeleştirisi II
Ümit Kardaş
Ömer Faruk’un “Yarabıçak” üst başlıklı deneme kitabının alt başlığı “Banka Soymuş Bir Devrimcinin İtirafları” ismini taşıyor. İtiraflar Devrimci Genç ile Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın diyaloglarında ortaya çıkıyor. Aslında devrimci gencin zaman içinde özeleştiri yaparak geldiği farkındalık aşamasını temsil eden adam devrimci gencin kendisidir. Sanki diyalog bir iç hesaplaşmanın görünür hale gelmesidir.
Adam, devrimci gençlerin çıkmaz sokağa girdiklerini anlatırken öfke, intikam duygularını ve sabırsızlıklarını eleştirir, halkın kendilerini takip etmediğini, bu durumun müesses nizamı güçlendirdiğini söyler. Evet, müesses nizam kan ve acıyla kurulmuştur, adil değildir, öldürmekten ve ölüme göndermekten çekinmez. Ancak halkı kan ve acının gerekli olduğuna inandırmış, hatta onu suça ortak etmiştir. Ya da halk yaşadıklarını sineye çekmiş, içine gömmüştür. Oysa müesses nizam bütün sorunlarına rağmen ikna edicidir ve birlikte şarkı söylenmesini sağlar.
Ve adam devrimci gence sarsıcı soruyu sorar. Sizin şarkılarınız var mı? Sevindiğiniz, efkârlandığınız, aşk acısı çektiğiniz, ayrılıklar, özlemler yaşadığınız zaman söylediğiniz şarkılar. Oysa bakkal, berber, ev kadını, taksi şoförü, işkenceci, işçi aynı şarkılarda buluşuyor hatta devrimci de. Halk bu şarkılar aracılığıyla müesses nizama katılıyor.
Devrimci genç, adamı müesses nizam ne kadar becerikliymiş diyerek kışkırtıyor. Adam devam ediyor: Müesses nizam, kendi içinde bir ahengi, ritmi ve ortaklığı olan bir hayat tarzı sunuyor. Şarkı mimariye, mimari dile, dil beslenmeye, beslenme giyim kuşama değiyor. Yani karşımızdaki bir medeniyet.
Devrimci soruyor: Biz medeniyete mi isyan ediyoruz? Adam, hayır diyor. Siz medeniyetin yönetim biçimine isyan ediyorsunuz. Haklı bile olsanız yönetim biçimi medeniyetin araçlarından biri. Aracın arıza yaptığını görünce onu düzeltebilir. Ama medeniyet varlığını sürdürür. Medeniyeti aşmayı hedefleyen bir medeniyet kaygısı güderek müesses nizamı değiştirebilirsiniz. Burjuvazi kadar olamayan, burjuvaziden fazla olamaz. Yediğiniz dayakla kalacaksınız.
Genç öfkelenir. Ancak içindeki adam anlatmaya devam eder: Bir Rus medeniyeti vardı. Mimarisi, müziği, edebiyatı, dansı, giyim kuşamı, beslenme biçimi farklıydı. 1917’de devrim yeni bir medeniyet kaygısıyla kendini inşa etmedi. Var olan medeniyeti bile sürdüremedi. Dostoyevski, Puşkin, Tolstoy, Nabakov, Turgenyev, Gogol, Çehov bütün insanlık tarihini etkilediler. Devrimin yetiştirdikleri Ostrovski, Solohov, Gladkov gibi yazarlar onların eline su dökemez. Dostoyevski kadar olamayanlar, Dostoyevski’den fazla olamazlar.
Genç irkilmişti. Adam devam eder: Modernizmin, Avrupa medeniyetinin çocuklarısınız. Onun rahle-i tedrisinden geçtiniz. Sizin bu topraklardaki esas atağınızı Mustafa Kemal yaptı. Bu topraklardaki çatışmanın, huzursuzluğun asıl nedeni bu. Zira mimariniz, dansınız, şarkılarınız yok! Itri ve Dede Efendi’nin zarafet derinliklerinde yüzen sanatçınız yok! Yeni bir medeniyet yaratmayı düşünüp, hayal edecek kadar ufku geniş, bu toprakları koklayan münevveriniz yok! Boğaz’da dinlediğin şarkıların geçmişinde beş yüzden fazla makamın olduğunu, her nağmenin bu makamların içinden süzülüp geldiğini biliyor muydun?
Genç şaşırır ama toparlanarak ve Rus Devrimi’ni kastederek sorar: Ama bir sömürü ve soygun düzeni yıkıldı, insanların okul, barınma, ulaşım, sağlık sorunları çözüldü. Adam cevap verir: Doğru! Ama sanat-edebiyat müesses nizamın dışında kalır hep. İnsanın bilinmeyen kuytularına, dile gelmeyen yanlarına yönelir. Satın alınamaz, ikna edilemez bir karakteri vardır. Müesses nizamın hatalarını görmesine, kendini tamir etmesine imkân sağlar. Sanatçıyı yok edersen, eleştiriyi de yok edersin. Mutlak iktidar gözünü kör eder. Tirana dönüşürsün. Ortalığı sanatçı diye dolaşan dalkavuklar kaplar.
Ve sorar adam: Mimarisi, masalı, ninnisi, bilmecesi, yemek kültürü, erotik edebiyatı/ sineması olmayan devrim yaşar mı?
02.12.2014, Taraf
Çingene Medeniyeti III
Ümit Kardaş
Devlet, vatan, toprak, mülkiyet. Sahipsin ve korumalısın. Bayrak, milli marş, ordu, ulu önder, milli şef, heykel, üniforma, para. Bütün bunlar kutsallarımız olur ve bizi yönetmeye başlarlar. Ve ele geçirilen ruhumuzun hapsettiği bedenimizi kaybederiz, insan olduğumuzu unuturuz… Sevişmek devleti yönetenlerin dayattıkları üreme programına dönüşür. Bedenimiz araçsallaşırken onunla ilişkimiz kopar. Müzik, dans, kahkaha aklımıza gelmez. Bununla bitmez, pan-kapitalizmin üretim/tüketim mekanizması bedenin doğasını ve ritmini bozar. Günlük zorunlu faaliyetlerimiz bile bu mekanizma tarafından yönlendirilir.
Rakıyı Karanfille İçen Adam (Ömer Faruk– Yarabıçak) konuyu Çingenelere getirir: “Çingenelerin bilinen tarihinin geçmişi yaklaşık bin yıl. Bin yıldır devlet kurmayan tek halk Çingeneler.” Yerleşik kültürün tahakküm ürettiğini, tıpkı evlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağa ve salyangozlar gibi yaşayan Çingeneler nasıl sezdiler? Ve devam eder: “Tam bir yersizyurtsuzluk, akışkanlık, durmayı reddetme hali. Ev ve toprak özlemi, sahiplenme isteği olmayan bir zihniyet dünyasını nasıl kurarsın?”, “Devlet boyun eğmesi için tebaasına baskı uygular, rıza göstermelerini sağlamak için gerekirse öldürür. Rıza gösterildiği an devlet hükümranlığını pekiştirir. Çingeneler rıza göstermektense devletlerini değiştirmeyi deneyen, beceren tek halktır. Çingeneler tek tanrılı dinlerin tahakkümcü karakterine rıza göstermektense çekip gitmeyi seçen, bunu becerebilen tek halktır.” Abdûlgaffar el Hayati, “Okyanusu seçen ırmak durmaz, dolaşır, atlar, deler ve hep akar, okyanus dalgalı, sınırsız ve meçhuldür. Çingeneler okyanusa akan ırmak suyu içmiştir” der.
Toprağa bağlanmak, hayvanları ehlileştirmek ve yerleşik hale gelmek tarımla başlıyor. Tarımsal üretimin belli ellerde birikmesi sonucu bunun üzerinden devlet ve ordu kurumlarının ortaya çıktığı ve din kurumunun bu yapının destekçisi olduğu biliniyor. Böylece tahakküm kapitalistleşme süreciyle daha güçlenerek devam ediyor. Çingenelerin tahakkümü başlatan tarımı reddetmelerinin, insanlığın birbirlerine karşı işledikleri suçlara iştirak etmemiş olmalarının nedeni ne?
Rakıyı Karanfille İçen Adam bir Çingene bilmecesi sorar: “Bir kız kardeşim var, bacakları yok ama koşar, ağzı yok ama ıslık çalar” Mister Fa bilemez, bunun üzerine kendisi yanıtlar. “Rüzgâr. Hareketli olduğu için rüzgârı kardeş bilmişler. Gace’nin (Çingenelerin tüm Çingene olmayanlar için kullandığı ad) esintiyi eve hapsetmeye kalkmasına çok kızıyorlar.”
Nazilerin Yahudiler dışında soykırım yapmayı planladığı tek ırk Çingeneler. Yalnız Auschwitz’de yirmi bin Çingene öldürülmüştü ve toplam ölü sayısı 500.000’i buluyordu. Peki, neden Yahudiler gündemdeyken ve onlardan özür dilenirken, Çingenelerden hiç söz edilmiyordu. Çiftçi Yahudiler Filistin’e yerleşip tarıma başladılar ve din unsurunu başat hale getirerek İsrail devletini kurdular. Devlet olmaktan gelen güçleriyle Nazi zulmünü hatırlatmaya devam ettiler. Ama onlar da devlet olmakla şiddet kullanmaya başladılar. Peki, ya Çingeneler? Adam devam eder: “Çingenelerde ise devlet kurma isteği yoktu, zaten onlar unutmayı seçtiler. Acılarını müziğe gizlediler. Başka çareleri de yoktu. Bu yüzden tarih onları görmezden gelmeyi seçti.”
Faruk, Çingenelerle ilgili şu tespitleri yapıyor: “Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, anıtları yok. Ekolojik kriz ve küresel ısınmada hiçbir payları yok. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sorumluluğunu taşımıyorlar. Nükleer santral deliliğine düşmemiş, atom bombası patlatmamışlar. Heykel dikmiyor, mezarlık kurmuyor, ölülerin öldükten sonra da hüküm sürmesine, kendilerine hükmetmesine izin vermiyorlar. Gökdelenleri, uçak gemileri, barajları yok. Çokuluslu şirketleri, bankaları, borsaları yok. Seri katilleri yok. İstihbarat teşkilatları kurup, faili meçhullere bulaşmamışlar.”, “İnsanlık bütün bunlarla uğraşırken Çingeneler yürüyüp gitmişler. Üstelik Göbekçibaba Türbesi gibi başka halklarda kolay kolay rastlanmayacak biriciklikleri de var.”
Faruk şu önemli soruyu soruyor: “Yerleşikliğe dayanan tüm eski medeniyetler kapitalizme teslim oldu, Haçlı orduları değil AVM İslam’ı yendi. Büyük fotoğrafı görerek, medeniyet bilgisini edinerek, kapitalizmi aşmayı hedefleyerek, Çingeneleri dikkate alarak yeni bir medeniyet üzerine düşünmemiz gerekmez mi?”
13.12.2014, Taraf
Göçebe Düşünce ve İhlal IV
Ümit Kardaş
Yerleşik düşünce bize itaati öğretir. Kod’lar, kurallar, sınırlar içinde itirazsız bir boyun eğiş. Göçebe düşünce ise ucu açık bir deneyim içinde bizi itiraz ve ihlale götürür.
Göçebe düşünce, yersizyurtsuzluğuyla sınırları aşarak, yerleşik olanı reddetme imkânını da taşıyarak, etkileşime açık bir şekilde oluşur. Ömer Faruk, (Yarabıçak) göçebe düşünceyi şöyle açıklamakta: “Göçebe düşünce özünde geleneksel felsefedeki ‘doğruluk’, ‘aşkınlık’ ve ‘tanrısallık’a karşı çıkmayı, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme imkânıdır.”, “Düşünceden daha da önemli olan ‘düşünmeye iten’ şeydir; filozoftan daha önemli olan, şairdir. Düşünmek yorumlamak, açıklamak, geliştirmek ve itiraz etmektir. Yaratma, düşüncenin kendisinden kendisini doğurmasıdır. Dikte edilene razı olmamak, deniz dibini merak etmekten vazgeçmemektir.” ,“Düşünmek eylemdir!”
İşte bu nedenle, göçebe düşünce, yaratma sürecinde devletle ve iktidar odaklarıyla karşı karşıya gelir. Bilim, felsefe ve sanat alanlarında son derece akışkan niteliğiyle sürekli bir yaratım halindedir. Bunu yaparken ötekileştirilenlerle ve hayatla karşılaşmayı hedefler, yaralara dokunur, önceki yaratımları didikler, ‘dil’i parçalar, bozar ve yeniden kurar.
Sınırlar çizen, kod’lar koyan, adlar veren bir medeniyetin barbarlığı ve vahşeti karşısında göçebe düşünce kaybolmayı göze alarak, haritasız, krokisiz çıkılan bir yolda en iyi dosttur. Oysa statükonun konforu bilinmeyenin çekiciliğine galebe çalar. Modern insanın denetim altındaki bildik hayatı bilinmez olana imkân tanımaz. Düzenli, denetimli, rutin hayat sıkıcıdır ve umutsuzluk üretir. Yerleşik bir düzende; yurda, eve, eşyaya ve mekâna sahip olan kişi aynı zamanda kendini yarattığı kafeste hapsetmiş olur. Kafka bir özdeyişinde, “Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı” derken; Adorno, “Yerleşik adam imrenmeyle bakar göçebe varoluşa, yeni otlaklar peşinde koşanlara, boyalı yük arabası da yıldızların yolunu izleyen tekerlekli evdir onun gözünde” der. Dış özgürlüğün iç özgürlük olmadan yaşanmayacağı ise anlaşılır bir tespit.
Faruk’un kitabında referans verdiği Michel Maffesoli, “Göçebelik Üzerine- İnisiyatik Başıboşluk” isimli kitabında önemli tespitler yapıyor. Zamanımızın yabanileşmeye gebe olduğunu belirterek politikacıları, entelektüelleri yolculuğa çağırıyor ve alışkanlıklarımızdan sıyrılmaya, paralize edici kesinliklerden kurtulmaya, analitik yöntemlerimizi dogmatizmden ve engizisyonu çağrıştıran a-priori’lerden arındırmaya davet ediyor. Modernitenin her şeyi sıraya, düzene sokarak fiyatlandırdığını, böylece denetleyip gözetleyebildiğini, buna karşılık kontrol dışında yaşamaya çalışan aylağın (ya da çapulcunun) düzene karşı gizli bir isyanı biriktirme kapasitesiyle yeni bir toplumsallığın kuruculuğuna aday olduğundan söz ediyor. Akışkanlığın (dolaşımın) zincirleri ve sınırları siyasi, ideolojik, kültürel, kültsel her alanda durdurulamayacak şekilde yerle bir ettiğini belirtiyor. Maffesoli’ye göre bu, ulusalcı, medeniyetçi, ideolojik ve dinsel kod’lara sığmama ve özgürleşme halidir ve bu ihlalci ve yeninin taşıyıcısı olma hali yerleşik için bir bilinmezlik ve kurulu düzen için bir tehdit olarak algılanır.
İşte göçebe düşünce bu akışkanlık halidir ve itiraz ve ihlali de beraberinde getirir. Ancak bu ihlal yıkıcı değildir, şiddet barındırmaz ve çağrıştırmaz, aksine kurucu bir ihlaldir. Şükrü Argın’ın anlatımıyla bu ihlalci gözünü budaktan sakınmaz; ama bu cesaretin arkasında bir devrimcinin cüretkârlığı değil, bir zanaatkârın zarafeti vardır. Çizilmiş tüm sınırları, örülmüş tüm duvarları böyle bir cesaretle karşısına alır.
Faruk, bizi tam bir seçim noktasına getiriyor. Paranoyak köle mi yoksa şizofren göçebe mi olmak. Ve devamla asıl soruyu soruyor: “Göçebe, yersiz yurtsuz bir medeniyet mümkün müdür? İnsanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür?”
03.01.2015, Taraf
İki Kitap
Abdullah Aysu
Bu hafta izninizle iki kitap hakkında paylaşımda bulunmak istiyorum. Biri Epos Yayınları’ndan, Köylülükten Sonra Tarım adıyla çıktı, diğeri Yarabıçak adıyla İthaki Yayınları’nca yayımlandı.
Önce Köylülükten Sonra Tarım kitabını ele almak istiyorum. Bilindiği üzere çiftçiliğin ortadan kaldırılması, tarımın şirketleştirilmesi için uzunca bir süreden bu yana hükümet destekli acımasız bir şirket politikası uygulanıyor. Uygulanan bu politikalarla insanlar/çiftçiler topraklarından ediliyor. Söz konusu politikalar köylüleri, çiftçileri sadece topraklarından değil, yurtlarından, kültürlerinden de koparıyor. Kendi yaşamlarına ve kültürlerine yabancılaştırıyor. Yetmiyor, yabancısı oldukları kültürlerde yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Epos Yayınları’ndan çıkan bu kitap, kendi alanında uzman 15 kişinin yazdığı makalelerden oluşuyor. Kitabı derleyenler: Abdullah Aysu ve M. Serdar Kayaoğlu.
Kitap neleri anlatıyor, kısaca ondan da söz edeyim. Bilindiği üzere Türkiye tarımının mevcut aşaması, ekonomik ve siyasal iktidarın meşrulaşma döngülerinden birini ifade ediyor. Türkiye’de üretim, nüfus, şehirleşme ve ticaret hacmindeki değişim süreçlerinin “toplum” ve ekonomide yarattığı dönüşümlerin tarım alanındaki yansımaları, Türkiye’de bir dönemin bittiğine işaret ediyor.
Sona eren dönem, Türkiye tarımının özellikle II. Dünya Savaşı ile 2000’li yıllar arasında kalan uzun süreçteki nüfus, şehirleşme, ticaret ilişkilerinin yerleşmesi ve şehir-köy “toplumsal” metabolizmasının çatlama aşamasını göstermektedir.
Köylülükten Sonra Tarım ilk olarak yok edilen köylülüğün yansıması olan süpermarketler ve GDO’lu gıdaları, ardından da Osmanlı’dan “modern” dönem Türkiye’sine bağlanan süreçte onarılamaz tarzlarda çatlayan köy-şehir metabolizmasını inceliyor.
Diğer kitap, Yarabıçak ismiyle çıkan kitap. Yarabıçak kitabının yazarı, Ömer Faruk.
Ömer Faruk’un kitabı bugüne kadar siyasi tabu deyin, örf, âdet ve gelenek deyin, her ne derseniz deyin; yaşadıkların(m)ızın, uğrunda mücadele ettiğin(m)izin/ verdiğin(m)izin yeterince gerçek ve doğal özgürlükler olmadığını anlatıyor. Sahici olan özgür yaşama vurulan kelepçeleri çözecek olan anahtarın doğal, yalın ve riyasız içten duygular olduğunu bazı öykülerle anlatıyor. Anlatırken de okuyucuyu biraz geçmişine öykündürüyor, en çok da düşündürüyor. Sizin her ne sebeple olursa olsun dokunmaya cesaret edemediğiniz veya dokundurtmak istemediğiniz tabularınıza önce kendisi cüretle dokunuyor. Sonra dokunmakla kalmıyor, sizi geçmişinize götürerek “kutsal” geçmişinizdeki özgürlük mücadeleniz ve hayallerinizle, gerçek ve sahici olan (olması gereken) özgürlükle yaşamınızı test etmeye itiyor. Bu teste cesaretiniz varsa, kitabı okuyun, karşılaştırın. Yüzleşin. Cesaretiniz yoksa da yine okuyun. Zaten “usulden” olan özgür yaşamınızı, “esastan” olan özgürlükle karşılaştırmak üzere o sizi yeterince kışkırtıyor.
İyi okumalar.
12.12.2014, Özgür Gündem
Daha Çok İhlal!
Cemal Yardımcı
“Yarabıçak” Ömer Faruk’un deneme kitabı. İçeriğine, biçimine bakıp hangi türe dahil olduğuna karar verilemeyen metinlerin gönderildiği, sahibi, sınırları, yasaları olmayan deneme alanından başka bir yer uygun düşmeyeceği için “deneme” dedim. Kitabın arka kapağında da öyle deniyor zaten. Birbirine eklenerek bir deneme-kitaba dönüşen parçalardan oluşan bu metnin içinde bir kısa roman, birkaç hikâye, birkaç makale, çok sayıda şiir ve özdeyiş, film ve roman özetleri, kısa ya da uzun alıntılar var. Parçaları birbirine bağlayan ise tasarlanmış bir kurgu ya da bir temadan çok, bir dert. Bu açıdan “deneme kitabı” yerine “dertleşme kitabı” da denebilirdi. Ama dertleşme içinden geldiği gibi içini dökmeyi çağrıştırıyor. Oysa Yarabıçak’ta her fikir, her cümle üzerine uzun uzun düşünüldüğü, en iyi ifadeyi bulmak için zanaatkârca bir çaba gösterildiği açıkça belli.
Peki bu çabanın gerisinde yatan ve parçaları “teyelleyip” tek bir metin haline getiren derdi ne Yarabıçak’ın?
Yarabıçak’ın derdi
Önce yara ve bıçak: duvarlar, kilitler, sınırlar. Duvarları inşa eden, kilitleri yapan, sınırları çizen kodlar, yasalar, yasaklar; bunların altında yatan dil ve üzerinde yükselen tahakküm. Yerleşik hayata geçti geçeli insanlık hali. Ömer Faruk öteden beri bu insanlık halini, bu tahakkümü dert edinmiş olmasaydı bu kitabı yazmaz, yazamazdı. Belki yine Deleuze ve Guattari’den, göçebe düşünceden, Çingenelerden yola çıkan bir deneme yazardı, ama yazdığı bu kitap olmazdı. Yani duvarın dışında kalmak, sınırların dışına sürülmek, bıçak ve yarayla tanışmış olmak önemli. Ama daha önemli olan, kitabı kuran ve bütünleyen, bıçak ve yarayı yarabıçak yapan derin dert şu: Tahakküme karşı isyanın geçmişi tahakkümün kendisi kadar eskidir; ama her isyan yeni bir tahakkümü tohum olarak içinde barındırır. Surlar yıkılır ama biraz yeni taşlarla, biraz da eski malzemeyle tekrar inşa edilir. Sahte tanrıların kitapları yakılır, ama yeni kutsal kitaplar yazılır. Muhalefetin, direniş ve isyanın tahakküm ilişkileri üretmeyen bir yolu var mıdır?
Yarabıçak bu soru üzerine tefekkürün kitabı. Ömer Faruk’un bu soruya kesin, köşeli, “…dır” diyen ve noktayı koyan bir cevabı yok. Böyle cevapların geçerliliğine de, faydasına da inanmıyor. Hatta böyle bir konuda yazarken bile tahakküm üreten bir dil oluşturma riskini endişe edinmiş. Tek bir çözümü bildirerek kendi üzerine kapanan bir metin değil de bir çözüm ihtimali üzerine çok sesli, çok boyutlu ve çok parçalı bir deneme kaleme alması da bu endişenin ürünü olarak düşünülebilir.
Çok sesli metin
Düzene radikal siyasi muhalefetin adı son birkaç yüzyıldır “devrimcilik”. Buna karşılık, yerleşik düzenin kıyısında, yasayı yok sayarak yaşayan Çingenelerin çok daha eskilerden gelen bir tecrübe birikimi var. Bu ikisinin karşılaşması düzene muhalefet için yeni bir zihinsel iklim yaratabilir mi? Yeni bir medeniyetin tohumlarının yeşerebileceği bir zemin oluşturabilir mi? Hiç değilse bizim için tahakküm ilişkilerini ortadan kaldıran bir hayat tarzının ipuçlarını verebilir mi? Ömer Faruk böyle bir imkânın var olduğunu düşünüyor. Bu yüzden “banka soymuş bir devrimci” ile “hırsızlık yapan bir Çingene’nin” karşılaşmasına dair Mister Fa’nın anlatısı kitabın belkemiğini oluşturuyor.
Mister Fa’nın anlatısında “profesyonel devrimci” olmuş, “banka kamulaştırma eylemine” katılmış, 12 Eylül’ün ardından asker ve polisten kaçmak için örgüte gitmek yerine İstanbul’a gitmeyi tercih etmiş biri olan Fa, İstanbul’da konup göçerek geçirdiği 30 yılın muhasebesini yapıyor. Bu anlatıda ve sonraki sayfalarda Mister Fa’nın yanı sıra Yarabıçak’ın“yazarı” yani birinci tekil şahsı ile yaşlı ve bilge muhalif, “Rakıyı Karanfille İçen Adam” da yer alıyor ve tartışıyor. Tartışan bu adamların karşısında varoluşlarındaki adı konmamış eksikliği temsil eden ve arzularına vücut kazandıran Çingene kadınlar var: Fa’nın kaçak günlerinde sığındığı köşkte karşılaşıp bir rüyada gibi seviştiği hırsız ve Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın evini çekip çeviren hayat yoldaşı Çingene, Gülbahar hanım. Bütün bu kişilerin bir romanda değil de bir denemede buluşması boşuna değil: Ömer Faruk kafasındaki tartışmayı sahneye koymak istemiş. Bu yüzden bu kişiler birer roman kahramanı değil, Ömer Faruk’un fikirlerinin taşıyıcısı. Okuru da tartışmaya katmak için yazar kendisini bölüp çoğaltarak çok sesli, ucu açık bir metin kaleme almış. Yapılan alıntılar, Oruç Aruoba’nın şiirleri, Köprü Üstü Âşıkları, Kim Ki Duk’un Boş Ev’indeki adam ile kadın, Melih Cevdet’in devrimci genci ile Raziye’si, kitabın anafikrine kanıt oluşturmak için değil, bu çok sesliliğe katkıda bulunmak için anlatıyı bölerek metne dahil olmuş.
Daha çok ihlal!
Yarabıçak’ın çoksesli kompozisyonunda, kitabın adındaki ikilemeyi metin boyunca sürdüren, biri “yerini yadırgayan şehirliler”, diğeri “konağını arayan göçebeler” tarafından seslendirilen iki ana ezgiyi ayırt etmek mümkün. Armoniyi sağlayan ise metnin anafikri. Aslında bir anafikirden çok bir çağrıdan söz etmek doğru olur belki:
Yarabıçak, modern dünyanın insanı kodlayan, araçsallaştıran, hareketsiz bırakan, söze, bedene, eyleme sınırlar koyan iktidarına karşı, devleti, ordusu, önderleri, kahramanları, bankaları, borsaları, gökdelenleri ve mabetleri olmayan, sınırlara aldırış etmeden yürüyüp giden Çingenelerden ilham alan yeni bir medeniyet arayışına çağırıyor okurunu. Bu arayışa engel olan yasakları tanımamaya, sınırları ihlal etmeye çağırıyor.
“İhlal çağrısı” radikal sol muhalif çevrelerden duymaya alışık olduğumuz ihtilal çağrısından farklı bir şey. Aynı kökten gelmelerine ve önceleri pek farklılaşmamış olmalarına rağmen, ihlal ve ihtilal kelimeleri devrimler çağında farklı anlamlar kazandı. Son iki yüzyıl içinde ihtilal siyasileşti, ihlal ise günlük hayatın içine çekildi. İhtilali Fransız Devrimi’nden, ihlali modern hukuk sisteminden bağımsız düşünmek mümkün değil artık. Öte yandan ihtilal akla, ihlal ise temel güdülere yaklaştı. İhtilalin bir yüzü katıksız isyan, bir yüzü ise tasarlanmış düzen yıkıcılığıdır; ihlal ise kuralı tanımama, sınırları yok sayma, yasayı ve yasağı çiğneme.
İhtilalin daha radikal bir içerik taşıdığı düşünülebilir. Ancak ihtilal kişinin hayatında bir ya da iki kez tanık olabileceği, belki de hiç yaşamayacağı tarihsel dönüm anıdır. İhtilalcinin bu ana hazırlık yaparak sürdürdüğü hayatı hesaplı kitaplı, sıkı kurallara bağlıdır çoğu zaman. Heyecanlı gençlik yılları ya da toplumsal kaynaşmanın yükseldiği dönemler bir yana, kendine özgü bir konformizmin kucağında geçer ihtilalcinin ömrü. (Ayrıksı tarihi kişiliklerin ve genç şehitlerin efsaneleştirilmesine ihtiyaç duyulması belki biraz da bu yüzdendir.)
Gündelik hayatta irili ufaklı her türlü haksızlığa itiraza ve kerameti kendinden menkul bütün kuralları ihlale çağrı, ihtilal çağrısından daha mütevazı görünür. Ancak konformizme kapıları kapadığı ve kişisel hayatlarda daha radikal bir dönüşüme davet ettiği de görülmelidir.
İçeriğiyle, kaygısıyla, kurgusuyla Yarabıçak bir bildirge ya da çağrı metninin tam tersi olmak üzere kaleme alınmış olsa da bu davetin kitabı: Bedenlerimizi, fikirlerimizi ve maddi hayat şartlarımızı pençesinde tutan tahakkümü aşındırmak üzere daha çok ihlal! Ertelemeden, hemen şimdi!
Davet hedefini bulur mu?
Yarabıçak bu daveti okuruna, yani tek tek insanlara yapıyor. Hedefinde yerleşik medeniyetin mağduru olanların tamamı, yani herkes var. Yine de, metnin tercihi böyle olmasa da, okurları çok büyük ölçüde yukarıda “ihtilalciler” olarak andığım devrimciler, sosyalistler, muhalifler olacak. Yani anlatıda kendilerinden söz edilen, polis takibinden kaçan siyasi mülteciler, seviştiği için örgütten atılmış şehir gerillaları, banka soymuş devrimciler ve hayat hikâyeleri daha az ilginç başka yoldaşlar. Bu doğal okur kitlesinin kitabı nasıl karşılayacağına ilişkin bir tahminim var.
Muhtemelen kitap beğenilecek ama tartışılmayacak. Düşündürecek ama düşündürdükleri pek dillendirilmeyecek. Böyle olmamasını umarım, ama korkarım keyifle okunacak, sonra unutulmak istenecek. Nedeni açık: bütün alçakgönüllülüğüne, bir tercihi dayatmaktan uzak oluşuna rağmen Yarabıçak verili durumu sorgulayan, soruları çoğaltan bir niteliğe sahip. Bu sorgulama okurun “kurulu düzenini”, devrimcilik ile uyum arasında kurmuş olduğu hassas dengeyi de tehdit ediyor. Zor elde edilmiş uyumunu, yerleşik düzenini tehdit altında hisseden okurun tepkisi tartışma davetini yok saymak ve kitabı unutmaya çalışmak olacaktır muhtemelen. Yazık; çünkü Yarabıçak itiraz edilmeyi, tartışılmayı hak eden bir metin.
Şehrin sınırlarında hayat
Ömer Faruk’un eleştirilerini ve özlemlerini paylaşsam da Yarabıçak’ın çıkış noktasına itirazım var.
Yarabıçak ,“arzu politikası”, “yersizyurtsuzlaşma”, “göçebe düşünce” gibi, bir ya da iki değil, onlarca keskin kenarı olan bir bıçağa benzeyen kavramlardan alıyor ilhamını. Deleuze ve Guattari’nin şekillendirdiği çok katmanlı, çok boyutlu ve çokça müphem hallerini bir yana bıraksak da, bu kavramlarınYarabıçak’taki daha somut, daha anlaşılır ve kitabın amacına göre yorumlanmış hallerinin tartışmaya berraklık kazandıracak nitelikte olduğunu sanmıyorum. Bu kavramlardan kitapta türetilen pek çok fikre de katılmıyorum. Herhangi bir teorinin “yurt” ve “merkez” olduğu dönemin geride kaldığını düşünmüyorum mesela; tersine her teorinin söz aldığı alanın merkezinden konuşmak zorunda olduğunu düşünüyorum. “Nedir?” sorusunun özcü, hiyerarşik ve dogmatik bir koda bağlanması gerektiğine ve düşünceyi taşıyıcısına indirgeyen “Kimdir?” sorusundan daha kıymetsiz olduğuna da inanmıyorum. Geleneksel felsefedeki (ve Büyük Anlatı’lardaki) “doğruluk”, “aşkınlık” ve “tanrısallık” arayışına mutlak olarak karşı çıkılması gerektiği fikrine itiraz ediyorum.
Bu soyut felsefi noktalar Yarabıçak’ın hareket noktası olduğu için önemli ama buradan nereye gidildiği daha önemli. Güzergâhtaki başka uğraklara, en önemlisi kitabın merkezindeki, göçebeliğin yeni bir medeniyetin inşasındaki yerine ilişkin fikre de itirazım var. İki açıdan. Birincisi hem hayat tarzı, hem yeni bir medeniyet arayışı, hem de fikir yolculuklarının çıkış noktası olarak tercihim yerleşiklikten yana. İkincisi sınırları görmezden gelmenin, yok saymanın, atlayıp geçmenin değil, tersine hudut hatlarını arayıp bulmanın, sınır boylarına yerleşmenin, mayınlı ama bereketli topraklarda yaşam alanları oluşturmanın daha büyük imkânlar taşıdığını düşünüyorum.
Yerleşik hayatın bir yüzünde aile, okul, şirket, devlet, sınırlar, yasalar ve yasaklar varsa, arka yüzünde de refah, sağlık, bilim, sanat ve felsefe var. İncelik, nezaket ve hoşgörü, “ötekilerle” birlikte yaşama kültürü var. Gündelik hayatta dolaysız şiddetin gerilemesi, savaş teknolojisindeki akıl almaz gelişmeye ve süregiden savaşlara rağmen bugünün insanının şiddet sonucu hayatını kaybetmesi riskinin avcı toplayıcı göçebe hemcinslerinden çok daha düşük olması var. Bunların ötesinde bir nokta daha var: İnsanı geri dönüşsüz bir biçimde şekillendirmiş, bugün ne ise o hale getirmiş olan da yerleşik hayat. Yeni bir medeniyet düşünün kurgulanmış bir ideal tip üzerinden değil, toplumsal ilişkileri, hayattan beklentileri ve zaaflarıyla yaşayan insanlar üzerinden tartışılmasının yerinde olacağına inanıyorum.
Öte yandan yakın zamana kadar nüfusun ezici çoğunluğu köylerde yaşamış olsa da yerleşik hayatı belirleyen binlerce yıl önce ortaya çıkmalarından bu yana şehirler. Bizzat medeniyet kelimesinin etimolojisinin de ima ettiği gibi yeni bir medeniyet ancak şehirde yeşerebilir. Şehir-karşıtı bir medeniyet tasavvuru için bile bu böyle. Öteki ile, farklı olanla karşılaşmanın, melezleşme imkânlarının, yoklanacak sınırların mekânı şehirlerdir. “Evden dışarı adım atmadan da geçekleşebilecek göçebe düşünce” deyişindeki mecazi kullanımın farkında olarak, “şehirli” kelimesine de benzer şekilde kullandığımın altını çizerek tekrarlayayım: Göçebenin heybesine sığamayacak miktarda maddi ve fikri zenginlik ancak şehirde üretilir. İhlalin de, ihtilalinin de mekânı şehirdir.
Düşünen metin
İtirazlarımı ayrıntılandırarak sürdürebilirim. Ama bu itirazlara rağmen Yarabıçak’ı neden değerli bulduğumu, kitabı neden tanıttığımı ve tartışılmasını istediğimi ortaya koymayı daha önemli buluyorum.
Birincisi, farklı önkabullerden hareket etse ve farklı bir güzergâhta dolaşsa da yazarın bu yolculuğunda gördükleri ve göstermek istedikleri özgürlük ve eşitlik arayışında olan herkesi ilgilendiriyor. Özgürlük ve eşitlik idealleri arasındaki gerilimi fark eden, bunu dert edinen ama yine de arayışlarını sürdürenleri daha da çok ilgilendiriyor.
İkincisi, Yarabıçak alışıldık ezberleri, kalıpları elinin tersiyle itiyor ve anayoldan çıkmaya çağırıyor. Ancak işaret ettiği patikalar için “asıl doğru yol budur” demekten büyük bir özen ve alçakgönüllülükle kaçınıyor; dolayısıyla hakiki bir tartışmaya zemin sunuyor.
Üçüncüsü, bütün kodlarıyla hem düzenin, hem de düzene karşı muhalefetin zihinlere ve bedenlere vurduğu kilitleri konu edinerek düzen içinde – düzene karşı birey olarak varoluşu sorguluyor.
Dördüncüsü, Yarabıçak zihinsel, örgütsel ve kişisel konformizme karşı yeni ve özgürlükçü bir sol anlayış için ihtiyaç duyulan anarşizm aşısını içinde barındırıyor.
Ve nihayet, neredeyse imza gibi yazılarının sonuna yerleştirdiği, “Bu deneme sınırlı bir zihinsel kapasitenin ürünüdür. Ve hata yapmayı göze alarak kaleme alınmıştır” sözlerini Ömer Faruk bu kitabın sonunda da tekrarlıyor, ama Yarabıçak her cümlesi özenle kurulmuş bir kitap. Sınır çizmeyen, sorgulayan, soruları çoğaltan, düşünen bir metin.
Düşünüyor ve düşündürtüyor…
Ocak – Mart 2015, Sayı 14, Altüst
Zihnin Sınırlarını Yıkmak
Dilek Çağlayan
Ömer Faruk, aynılaşmayı, düzene bağlılığı, düzenin varlığını ve
hayatımızdaki “kodları” sorguluyor.
Kapitalizm, küreselleşmenin de etkisiyle yer yurt ayırt etmeksizin var olan değerleri, düşünceyi, gelenekleri, doğayı yakıp yıkarak ilerlemeye devam ediyor. En ücra noktalara, köylere, uzak kentlere, dağlara, ormanlara boşluk bulduğu tüm alanlara, çatlaklara sızarak parçalıyor. Kendi hâkimiyetini inşa ediyor.
Ömer Faruk, Yarabıçak’ta Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce”si üzerinden aynılaşmayı, düzene bağlılığı, düzenin varlığını ve hayatımızdaki “kodları” sorguluyor. Kodlanmış kişinin, bulanık, kaygılı düşüncelerini ve suçluluk, kin, intikam duygularıyla kuşatılmış yapay yaşantısındaki kontrolsüzlüğünü tartışıyor.
Yazar, birçok metni iç içe kullanarak yeni bir tür yaratmış; roman, deneme, şiir, anı, destan, öykü hepsi bir arada. Ayrıca, sinema, felsefe, müzik, tarih, siyaset gibi farklı disiplinler bu metinlerin içinden geçiyor. Bu katmanlı metinler birbiriyle uyumlu, renkler birleşip resmin bütününü oluşturuyor. Metnin en çarpıcı noktalarından biri, bazen satır aralarına gizlenmiş, bazen de yazarın doğrudan sorduğu soruların okuru cevaptan çok yeni sorulara, yeni düşüncelere yönlendirmesi, ona yeni bir yolculuk önermesi. Düşünce düşünceyi üretiyor, metin kendi düşüncesini aynen sunmak yerine düşünme sürecini önemsiyor. Bu yolculukta sınırların, duvarların, kalelerin, kapıların olmadığını anlatırken kişinin kendini yeniden var etmesinin zorunluluğunu “sınır önce zihinde oluşur” fikrinden hareketle açıklıyor.
Yarabıçak, her şeyden önce başı ve sonu olmayan bir yolculuğun kitabı. Yolu ve yolculuğu sorgulayan, kişinin kendi yarattığına kendini kurban ederek yolunu kaybettiğini, kendine ulaşan bu yolda önce ezberinden vazgeçmesini anlatan ve kişiye kendini soran bir metin.
Kitabın kurmaca bölümlerini yazarının altbaşlık olarak da vurguladığı, “banka soymuş bir devrimcinin samimi itirafları” oluşturuyor. Mister Fa, askeri darbenin ardından Ankara’dan İstanbul’a kaçmış, İstanbul’da adeta sudan çıkmış balık gibi yaşamaya -daha çok saklanmaya- çalışan devrimci bir gençtir. Polisten kaçarak yaşayan Mister Fa, okuduğu polisiye romanların etkisiyle, saklanmak için en güvenli yerin Boğaz’ın kıyıları olduğuna karar verir ve bir akşam Boğaz’da, Rakıyı Karanfille İçen Adam’la tanışır. Sonrasında birçok heyecanlı günler ve geceler geçirir, maceralar yaşar. Bir gece kim olduğunu bilmediği, hırsız bir Çingene kadına rastlar. Banka soyguncusu devrimci, hırsız Çingene’ye âşık olur ve o geceden sonra hayatı değişir.
Metinde bir taraftan olaylar ve siyasi gündem anlatılırken bir taraftan da “Derkenar” ve “Fısıltı” yan başlıklarıyla çeşitli yazar, şair, sinemacı ve felsefecinin (Marx, Adorno, Deleuze, Guattari, Ulus Baker, Cemil Meriç, Tanpınar, Aruoba, Kim Ki Duk gibi) eserlerinden alıntılar yer alıyor.
Yazarın metinde vurguladığı bir diğer mesele ise Çingeneler. Çingeneler resmi dilleri, ulusları, ülke sınırları, orduları, milli marşları olmayan bir topluluk. Kimseyle bunlar adına büyük savaşlara girmemişler. Belli bir yere ve nesnelere bağlı değiller; dünü ve geleceği düşünmeden, anı yaşıyorlar. Eğlenceyi, müziği, dans etmeyi, içkiyi, gülmeyi seviyorlar, bedenleri ve zihinleri özgür. Yazara göre Çingeneler, kod’un dışına çıkmayı başarmış, yüzyıllardır iktidarlara karşı direnişini sürdüren ender halklardan.
Asık suratlı akademik çalışmalardan uzak, disiplinlerarası bir çalışmanın ürünü olan bu metin bir yerde sonlanmıyor, beynin kıvrımlarını harekete geçirerek yeni sorulara kapı aralıyor. Samimi, cesur, yer yer mizahi anlatımının yanında sert bir eleştiri anlayışına da sahip olan yazar, müzikli, sazlı sözlü, enerjik bir atmosfer yaratmayı başarmış. Kitapta yer alan Alp Tamer Ulukılıç’ın deseni de metnin karnaval havasını görsel anlamda destekliyor.
06.11.2014, Radikal Kitap
Devletler Gölgesinde Özgürlük
Emir Tanrıkulu
Özgürlük nedir?
Çağdaş medeniyetlerin sokaklarında dolaşan modern toplum bireylerine sorulduğunda kelimenin çoğunlukla toplumu yöneten devletlerin yönetme kabiliyetiyle organik bağlantılı yüksek değer taşıyan bir algıdan oluştuğunu görürüz. Birey, kendince bu algısını satın alma gücüyle, seçebildiği opsiyonların fazlalığı ve onlar arasında seçim yapma yetisiyle harmanlar, her türlü ifade özgürlüğünün, siyasal ve sosyal olmak üzere denetlenmiyor oluşuyla pekiştirir ve buna özgürlük der çoğu zaman. Sayılan tüm bu kazanımların hepsinde dikkat edilirse devletin varlığının, ekonomisinin, sunduğu olanakların, hatta enflasyonun bile büyük payı vardır. İnsanlık çoğu zaman refah içinde yaşamak ile özgür olmayı karıştırır ve bu algı bozukluğu şüphesiz devletler tarafından oluşturulmuş bir kontroldür.
Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı tam da bunu tartışıyor, Yarabıçak, kendi isimlendirmesiyle “Yönetilen Kalp” sözcüğüne savaş açıyor. Modernliğin (!) öncesinde böyle tasarlanmış kontroller olmadığını, bunların duyguları bedensizleştirmek vasıtasıyla kurulan, kadınların duygusallığını, veya kadınların duyguları olan varlıklar olduğu gerçeğini reddeden, onları erkeklere denk görmeyen dinlerle başlayan, ardından kurulan modern devletlerin bedenler üzerinden sadece kâr odaklı yönettiği, duyguların dahi cinsiyetler üzerinden ayrıldığı, erkeğe kamusal duyguların, milliyetçi duyguların, ulusal meselelerin ve rekabetin, kısaca devletin varlığından kazanç elde edeceği duyguların düştüğü, kadınların ise bu erkekler evlerine döndüğünde onları kabul edecek, onları ertesi günün rutinlerine tekrar hazırlayacak şefkat dolu ailevi duygulara mahkûm edildiği suni pan-kapital politikalar olduğunu ifşa ediyor. Ömer Faruk, duyguları yönetmek ve disipline etmek arzusundaki devletlerin bu kontrollerinin birkaçını da birlik ve beraberlik duygusunu güçlendirmek amacıyla düzenlenen ulusal bayram, spor karşılaşmaları ve patriarkal sistemin kökleşmesini hedefleyen resmi geçitleri ve anma günleriyle örnekliyor. Ona göre artık polis ve askerler üzerinden zorla baskılar kurmaya gerek görmeyen devletler, modern insanın kontrol mekanizmalarını benimsemesini ve bu durumu normal ve mantıklı kabul etmelerini sağlayarak amacına ulaşmaktadır.
Medeniyet zehirli bir söylem, durduran ve solduran bir söylemdir, o yüzden sık sık göçebe Çingeneler’den bahseder Yarabıçak, asla durmayan, ulus devletler kurmayan, orduları, milli sınırları veya marşları, evleri, şirketleri, ceoları, bankaları, borsaları, mabetleri, okulları, hatta mezarlıkları bile olmayan Çingenelerden. Zira durmak en tehlikeli iştir, yoldan vazgeçmektir, yol arayıştır ve arayış en kutsal şeydir ona göre. Durulduğu zaman, yerleşildiği zaman devlet insanı kontrol etmeye başlar, insan denetime açık hale gelir. Artık adresi bellidir, kaç numaralı insan olduğunu belirleyen kimlik numarası bellidir, gideceği okullar, askerlik, tapacağı tanrılar, çalışacağı işler ve vereceği vergiler bellidir. Maalesef artık farklılaşan, renklendiren, çeşitlendiren konumdan, sadece rakam olmaktan ibaret olan bir konuma iner insan.
“Belki de bizim gerçek kaderimiz ebedi olarak yolda olmaktır, hiç durmadan nostaljiyle pişman olan ve arzulayan, dinlenmeye susamış ve hiç durmadan başıboş yola koyulan. Kutsal olan bir şey varsa o da nereye vardığını bilmediğimiz fakat inatla izlediğimiz yoldur, tıpkı karanlık ve tehlikeler arasında bizi neyin beklediğini bilmediğimiz şu andaki yürüyüşümüz gibi.” – Stefan Zweig
“Yol, iki yer arası değildir. Yer, iki yol arasıdır.” – Oruç Aruoba
Yarabıçak, bir yol derlemesi, bir arayış öğüdü içeren kıymetli bir yapıt. İktidardan vazgeçmeyi, kişinin üst kuruluşlara adanmasını ve özgürlüğünü onlarla ilişkilendirmesini rica eden, zorlamadan, kibarca, “belki de” diyen, cevaplar ararken daha çok soran kocaman bir soru işareti.
Her siyasi duruşa ve determinist akımlara söyleyeceği olan, çok uzun yollara itiyormuş gibi gösterip esasında çok yakına, kendine dönmeyi yola çıkmak olarak görmekte. Göçebeliğin değerini, muhafazakârlığın, saptanmış duyguların ve hazır seçtiğimiz yaşamların zararları üzerinden anlatıyor. Yazar, insan bağımsız olmayı devletinden öğrenmemeli veya özgürlüğünü ondan bilmemeli, kendi içinde tekrar özgürlük, çağdaşlık, medeniyet nedir tanımlamalı diyor, “yaratılan düşünce”ye biat etmekten “düşünce yaratıcısı” olmaya yönelik bir tür yol’dan çıkma daveti” gönderiyor okuyucuya. Özgürlük kavramının niteliğinin tartışılmasına alıştığımız felsefeler arasından yeni bir açıyı daha görmemiz gerektiğini anlıyoruz, devletlerin özgürlük ve medeniyet anlayışımızdaki kontrolünü ve göçebe düşüncenin hürlüğünü tartışarak fark etmemizi sağlıyor Yarabıçak. Özgürlük, devletlerin ipoteği olmadan, devletlerin çizdiği sınırların ötesinde, kişinin kendi başına çıktığı bir arayış, bir rota, kendi içersinde varacağı bir vuslat olamaz mı?
*http://www.academia.edu/12982204/Devletler_G%C3%B6lgesinde_%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk
Yarabıçak: Bellek, İhlal ve İnfaz!
Ertekin Akpınar
–Çıktığınız yokuşun sonunda zafer değil uçurum var…
–Nereden biliyorsun?
–Çok öfkelisiniz. Belli ki acınız ağır.[s. 95-96]
Çok bilindik bir laftır, “Bu ülke ya insanı yola getirir ya da yoldan çıkarır.” Resmi tarih yola giren insanların hikâyelerini anlatmayı her zaman kendine -nedense- bir görev olarak görür. Hataları yoktur onların! Tek doğrularıyla yaşarlar ve ona tapınıp dururlar. Yalan[larıyla] bir dünya kurarlar ve orada yaşarlar. Bir hayat okuması yapamadıkları için “görme/gör-e-meme” konusundaki beceriksizlikleriyle,kaba akıllarıyla yaşadıkları dünyaya tutunmaya çalışırlar ve hayatlarına öyle devam ederler. Körlük değil, kaba akıl böyledir. Mediokrasi denen şey tam olarak budur.
Bu ülkenin -kendi kendine- affetme, görmezden gelme kontenjanının kimlere nasıl ayrıldığını da görünce işte o dünyalardan/hayatlardan nefret ettim: Ülkenin darbeci faşist generallerinden, işkenceci polislerinden, aşağılık tecavüzcülerinden, siyasi cinayet işlemiş katillerinden… Yaz yaz bitmez; bitmiyor çünkü. Onları bağışlayan resmi tarihin ve siyasilerin bunu “vatan” görevi bilip nutuk atmalarından da fazlasıyla sıkıldım. Bu ülkeyi böyle böyle büyük bir tımarhaneye çevirdiler işte. Milyonlarca insanın zihni, böyle yaparak betonlaştırıldı. Oysa yazar olmanın/olabilmenin edeb’liği, okur olmanın/olabilmenin has’lığı hayatımıza/hayatlarımızda daha bir anlam’laşabilirdi.
Anlam taşıyabilirdi.
Susan Sontag, “kopya/kopyanın kopyası” dediği şey ile Tanpınar’ın “yaşamın kompartımanlaşması” işte böylesine bir sıradanlaşmayı uzun uzun anlatır. Tabii, anlayana…
Dil’in Restorasyonundan, Dil’in Seremonisine Doğru:
Çaresizlikten Çıkışsızlığa Bir Yol Ya Da İz[i] Sürmek
Şüphesiz sözcükler hayatı değiştirmiyor, düzenliyor sadece. Oysa sözcüklere sadık kalan, onlarla yaşayan insanlar [yazar/okur/okuryazar] bir hayatın nasıl değiştirileceğini de bilmeli, değil mi?
Modern hayat[ın] kurguları, özne olan birey’in gündelik hayatını daha da karmaşık/kaotik bir dünya haline doğru getirdiğinde Walter Benjamin buna, “öznenin kadersizlik paydası” adını vermişti. Ve bu paydanın gelecekte, dil anlamında bir kakofoniye dönüşeceğinin işaretlerine vurgu yapmıştı. Umberto Eco, yıllar sonra Açık Yapıt adlı kitabının kısa bir bölümünde bu paydanın üzerinden geçerken şu tespiti yapar: “Bütünlüğü yansıtmak yazarın birinci görevi değildir. Tıpkı bütünlüğü anlamak okurun birincil ödevi olmayacağı gibi…”
Eco, Benjamin’in kavramını hiçbir tartışmaya yol açmadan açıklamaya çalışır. Açıklarda. Böylesine şık etik ve estetik hamle’leri her zaman zihin açıcı bulmuşumdur. Söylemi kapatan bir dil’i değil, söylemi açan bir dil’i konuşmak ve bunun için çaba harcamak. Bu, “mümkün” mü? Şüphesiz mümkün. Peki, mümkünse ne kadar “mümkün”, değilse neden “mümkün”değil? Geliniz bu nokta’yı tartışmaya açan bir kitabın sayfalarını çevirelim: Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları.
Yazımın ekseni, tamamen kitapla konuşma/konuşabilme isteğinden kaynaklandığı için kitabı anlatmak ve tanıtmak kaygısını taşımıyor. Neden taşımıyor? Şundan: Yarabıçak’ı anlatma/aktarmaya çalışmaya, kitabın dünyasını tanımlamaya girişirsem yazarın tuzaklarına düşeceğimi biliyorum. Neden? Çünkü,Yarabıçakbildiğimiz/okunan/okuduğumuz veya okur olarak karşılaştığımız/karşılaşabileceğimiz türden bir metin değil.Peki, ne?
Dil’in restorasyonunu tam da bu aralıkta anlatmaya çalışayım: Ömer Faruk, Yarabıçak’ta, öncelikle yazının değil, dil’in etik ve estetik alanından çok,dil’in restorasyonu ve seremonisiyle uğraşıyor da ondan. İki kavramla da boğuşuyor; dil ile uzlaşmayı değil onunla hesaplaşmanın/hesaplaşabilmenin üslubunu arıyor.
Kitabı okursanız/okuduysanız, yazarın satır aralarındaki dil’in, gidiş ve gelişlerinin kendi ekseninin dışında “derin bir kuyu kazma” emekçiliği içerdiğini görürsünüz. Okur içinse bu durum tam tersi olabilir: Tuzaklarla dolu bir metinde, sizi [okuyucuyu] her hamlesinde, içten içe bir dil işçisi olmaya çağırıyor. Neden çağıyor peki? Uzun yanıtı, kısa cümleyle kapatayım: Katla-nıla-nabilir bir dünya yok da ondan!
Kitap boyunca -dikkatli- okurun bile ıskalaya[maya]cağı bir kurgu düzeni var. Her bölüm’ün -ve o bölüme bağlanan diğer bir bölümün ve diğer bölümün- kendi yapısı, dil’in kendi restorasyonu içinde kendisiyle konuşma isteği ve kendi iç tutarlılığı var. Issızlığı da var. Bir okur için tuzak veya tuzaklarla dolu metnin anlamı tam da budur: Restorasyondan seremoniye dönen dil aynı zamanda, çaresizlikten çıkışsızlığa doğru yol alır. İyi bir okur için tuzaklar dolu bir metin [bir dil] eğlenceli olduğu kadar da meşakkatlidir de. RolandBarthes’ın, “Çözemediğimiz bir metnin kurgusunu anlama çabası, metnin çözülmeye başladığı yerdir” dediği de işte böyle bir şeydir.
Kitaptan örnek mi istiyorsunuz? Hemen Devrimci Mister Fa’yıgösterebilirim. Bu ülkede yaşanan bütün ahlaksızlıklardan korunmak, o ahlaksızlıkların kendisini çıldırtmaması için dil yerine enstrümanına sarıldığını görüyoruz. Görünür olanı, ama Mister Fa’nın derdi[nin] görünür olmanın/olabilmenin dışındaki arayışı aslında başka bir enstrüman! Kısacası çaresizliğin çıkışsızlığı! Mister Fa’nın, kendi dil’indeki çaresizliği yine kendi bedeninde bir enstrümanla seremoniye dönüşüyor. Nasıl mı? Şöyle: “Ron Carter gibi çalmayı ister.” [s. 60] Ama çalamaz! O çıkışsızlıkta iz sürer. Tıpkı, kitabın yazarı gibi…
Bu yazının girişinden yola çıkarak, kitabın özelinde şunu söylemek farz oldu: Ömer Faruk’un, Yarabıçak’ta bulunan karakterleri, bu ülkenin hiçbir zaman yola getiremediği ayrıksı karakterlerdir. [Boğaz’ın kenarında/sinema salonunda film izlemek için gelen iki devrimcinin yıllar sonra karşılaşması vs. vs.] Hayatın yola getiremediği insanların yolculuklarını/hikâyelerini yazmak zordur. Yazar, bu zor yolculuğa soyunmuş. Mutsuzluğun, bir “dert” olacağına kafa patlatmış. Tıpkı, Neşet Ertaş gibi!
Yazarın kullandığı dil, söz’ün temsili ifadesinden, durum’un, fiili ifadesine doğru evrilir –ki güçlü bir ifadesi vardır. (Dilrestorasyonu buradan başlayıp, ifadenin temsiline, oradan da o ifadenin görünür olmasının ötesine doğru yola çıkar.) O da, çaresizliğin çıkışsızlığıdır. Nasıl ki Mister Fa, bir “mevzi” oluşturmuş o “mevzi”de duruyorsa, o “menzil” de aslında bulacağının yol’unu kendi’si açacaktır. İşte, restorasyon o “mevzi”de başlıyor, “menzil”e ulaştığında da yeni bir çaresizlikle karşılaşıyor.
Yarabıçak, iz sürmenin/sürdürebilmenin -tıpkı AndreyTarkovski’nin, Stallker’ı gibi- erdem ve sabrın dil düzeyindeolanaklarını tartışmaya açar. O tartışma, arayışı da beraberinde getirecektir.
İyilerin Iskalanmış Hayatları; Belleğin Kanaması
Kendimizi kendi ellerimizle ruhsal açıdan sakatladık.
Ne Itri’nin ne de Bach’ın zafer denizinde kulaç atabiliyoruz.(s. 105)
Devam edeyim; Yarabıçak’ıokuduğunuz zaman göreceksiniz ki, kitap kolay anlatılacak bir metin değil. Kitabı okurken beni sarsan en güçlü duygu şu oldu: Yazarın, dil düzeyinde restorasyon ve seremonisinin arka planının olması: Dünyayı hüzünlü ve hayatı duygulu bir biçimde kavrama isteği. Ya da insanlığın ortak öz’üne temas etmiş olması. İşte bu duygu, günümüzde çok nadir bulunuyor.
Zeki bir kurgunun varlığı, parçaların/fragmanların/hikâyelerin/durumların/ olguların/an’ların/hayatın/varlığın/özne’nin parçalanmasının değil paramparça olmasının/dipten gelen müziğin akıcılığı ve -ortak-anlam üretmeleriYarabıçak’ın belleğinin sürekli kanayan bir yara olduğunu gösteriyor. Evet, bellek; yazarın belleği sürekli kanayan bir yara… BIÇAK, YARA AÇMAKTAN BAŞKA NE İŞE YARAR Kİ? [Demeyin, açıyor işte…] Bellek, kendi kuyusunu kazmaktan başka ne işe yaramıştır? [Demeyin, yarıyor işte…] Sonuçta kitabın dünyası ve yazarın dil’i işte bu iki derin kuyu’nun içinde geçiyor.
Ömer Faruk’un yalın edebi dil’i, yazının başında söz ettiğim Benjamin’in, “kadersizlik paydası”ndanEco’nun, “söylemi açan dil”e doğru evrilmesinde kanayan bir belleğin anlamı/rolü/etkisi büyük. Yazarın, bellek yolcuğunun ekseninde çok fazla istasyon var.
Yarabıçak, tek bir okunuşta anlaşılacak/yorumlanacak ve üzerine konuşulacak bir metin değil. Nedeni de şu: Dinlenmiş ve damıtılmış bir metin var karşımızda. İlk okuduğumda büyük bir heyecan duydum. Bir daha okudum, bir daha… Okumam hâlâ devam ediyor, edecek de… (Katmanlı bir kurgusu var kitabın, tıpkı AndreiTarkovski filmleri gibi…)
Kurgunun sahiciliğinden dil’e geleyim; dil, kendi bütünlüğü içerisinde müthiş bir“şahsi üslup”u barındırıyor.
Çok katmanlı, farklı okuma alanları açan, metnin kendi kendini üreten/çoğaltan bir belleği var bu kitapta. Hiç şüphesiz kitabın girişinde Şükrü Argın’ın yazısı fazlasıyla zihin açıcı bir perspektifte duruyor. Belleğin, unutuşa karşı duruşunu anımsatan/anlatan Argın’ın yazısı, Yarabıçak’a, dolayısıyla Ömer Faruk’un “bellek dünyası”na eşlik etmesinin yanında, O’na müthiş bir biçimde senkronize olmuş durumda.
Iskalanmış Hayat!
Bir Hesaplaş[a]ma[ma] İmkânı Olarak: İhlal
Edebiyatçı, iç kanamaların sesini de aktarır.(s. 170)
Martin Scorcese, filmlerinde izleyiciye kısaca şunu söylemek ister: “Sinema alanında oyunu kendi kurallarımla oynarım. Hayat, senin bildiğin gibi değil. Bunu sana şimdi anlatacağım.” İzleyicisini veya okurunu (sinema aynı zamanda okunan da bir eylemdir) önce sersemletme, sonrasında da nakavt etme üzerine bir tasarım yapan bir yönetmendir Scorcese. Yaptığı tasarımı ve sonrasındaki uygulamayı iki kişilik bir planlamanın eksenine oturtur. İzleyen/izleten=okuyan/okutan… Sıradanlaşan, aynı’laşmanın içinde birçok sanat eskizinin [eserinin değil] hayatı açıklamakta yetersiz olduğunu gördüğümde her defasında bu örneği veriyorum. Böyle bir sürecin en temel sorunu şudur: gündelik hayatın gerisinde kalmak. Yarabıçak’ın, kıymeti burada devreye giriyor:[… nesnelere bağımlı yalan bir hayata razı olup kendimi kandırarak yaşasam daha mı iyi?s. 48]
Klasik anlamda söylemiyorum, dil ve kurgu kendi içinde bir sahiciliği barındırmazsa ihlal başlamıştır. Her acının ağrıya, her yüz’ün, yük’e dönüşümü hesaplaşma/hesaplaşamama imkânı olarak ihlal etmenin sınırlarında gezinir.
Ömer Faruk, yüzlerin, yüzlerimizin sadece hayatını değil, coğrafyasını da çiziyor. Yazının imkânını, dil’in olanaklarını ve imkânlarını kullanarak yapıyor bunu. Hatta ve hatta dip’lerin arasındaki kopukluğu anlatarak, “entelektüel şiddet”i[s.36] uygulayarak… [Sahi, Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanını kaç kişi okudu? “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer” cümlesiyle başlayan kitapta, yazgısını başkalarının inisiyatifine bırakarak ihlal’e uğramış bir kahramanın hayatla hesaplaş-a-mamasının tezahürleri üzerine ne kadar kafa yorabildik, ne kadar kafa patlatabildik ki?]
Seremoni’den, İnfaz’a…
Bulunduğumuz az sayıdaki mutlu anlardan biri olsa gerek.
İkimizde “bu an” biraz daha sürsün istiyorduk. Ama birazdan biteceğini biliyorduk.[s. 87]
Vaktiyle Gaziantep’te yaşarken, “mırra” kahvesini keşfetmiştim. Bilenler bilir, onlarca ibrikte damıtılarak, büyük emek harcanarak hazırlanan o acı kahve bir defada içilir. Usul, böyledir. O, usul’ün seremonisi başlı başına görkemlidir. İnceliklidir de.
Her yazar, -farkında olmasa bile- kendini bir noktadan sonra söz celladına dönüştürür. Zaman zaman farkında olmasa da, usul ve üslubunun yol’u seremoniden geçerek infaza doğru gider. Yarabıçak, bu noktalarda fazlasıyla iç/dış göndermeleriyle dolu felsefi bir metin. Aynı zamanda Yarabıçak, ne söz’ünü celladına ne de kendini kurban etmeye teslim etmiş bir metin. Ömer Faruk’un, kitap boyunca, okuyucunun cevaplamasını istediği -ya da düşünmesini istediği sorular- ya da kendi içinde tartışmasını istediği soruları yok mu, var. Yazar bize o noktalarda kitabın içinden şunu söylüyor: “Kendimizi, kendi ellerimizle ruhsal açıdan sakatladık.” Yazar bütün bir metin boyunca; dil’i beden’e, beden’i ifadeye, ifade’yi itaatsizliğe, itaatsizliği de imkân’lar üzerinden seremoniye ve infaza dönüştürüyor.
Akademisyenler, sık sık şundan bahseder: “Disiplinlerarası kopukluğu gidermek.”Yarabıçak, bana bu cümleyi fazlasıyla ama fazlasıyla düşündürttü. Bunun nedeni de Yarabıçak’ın[felsefi/edebi] disiplinler arasındaki kopukluğu gidermek için önemli bir çaba gösterdiğini görüyorum. Aynı zamanda Yarabıçak’ta alttan alta ikna etmeyi önemsemeyen, varlığın vurgusundan dem vuran ve o vurgunun kendi kendisinin bir parçası olabileceğine imkân veren, özen gösteren bir ısrar var. İşte o ısrar, Yarabıçak’ı, Türkçe edebiyat da bugüne kadar benzerine rastlayamayacağınız/karşılaşamayacağımız bir metin yapıyor.
Kitap, Kumkapı’da, “90 öncesi… Bir grup arkadaşla Kumkapı’da oturmuş rakı içiyoruz.” [s. 29] denilerek sinemasal bir sahneyle açılıyor ve sonra acılı bir hikâyenin görkemli bir yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Sonrasında bütün bunlar/olaylar buruk, acı bir tat bırakıyor. “Hayat neden böyle?” dedirtiyor.
Yazarın, kitap boyunca seremonisine tanıklık etmek bir okur olarak ağır bir yük. Bu yük’ü hissettiğim duyguyla anlatırsam: Tek kelimeyle yazar okuyucusuna pimi çekilmiş bir bomba hediye ediyor!
Yazarın dediği gibi, “Edebiyatçı, iç kanamaların sesini de aktarır.” [s. 170]
Böyle ve daha başka renkler ve kederler işte…
Yarabıçak’ta sevdiğim yönetmenler de var: Kim-Ki Duduk, John Carpenter, Leo Carax filmleri üzerine yazılanları da ayrıca kitabı okuyanlarla uzun uzun konuşmayı çok ama çok isterim. –Bu isteğim, kitaptan bağımsız bir istek değil.
Haziran-Temmuz 2015, Sayı 52, Notos
Kişisel Not 1: Ömer Faruk’tan kişisel bir isteğim var: Uzun yıllar önce çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazmıştı. Mesela, Cumhuriyet Dergi’de, Michael Winterbottom’un “I WantYou” filmi üzerine yazdığı yazı. Ve diğerlerini… Umarım o yazılarını da bu kişisel sayfasında okuruz.
Kişisel Not 2: Yazı, Notos dergisinde yayımlandıktan sonra okuyan, dikkatli okur olan arkadaşlarımın -kendilerine göre- gözlerinden kaçmayan bir noktayı, “ihmal” kavramını benimle tartışmak istediklerinde izin vermeyip -aslında ben değil kitap buna izin vermiyor- onlara kitabın ekseninden yola çıkarak ilk ve son olarak, Walter Benjamin’in şu cümlesini aktardım: “Olguların sadece düşürüldüğü itibarsızlık, ihmalden değil miras mertebesine çıkarılmış olmalarının temsil ettiği felaketten de kurtulması gerektiğidir.”
Arkadaşlarımın susmaları, Yarabıçak’ın başarısıdır. Kayda geçsin.
İhlale Davetiye: Yarabıçak
Fahrettin Ege
Ömer Faruk’un İthaki Yayınları’ndan çıkan kitabının alt başlığı Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları. Kuşkusuz bu alt başlık okura ilk bakışta bir döneme dair saklı anıların ortaya koyulup bugünün bakış açısıyla tartışıldığı bir metni vaat ediyor. Geçmişin kazınması, aktarılışı ve bir de itiraf olduğuna göre belki esaslı bir yüzleşme beklentisine sokuyor. Öyle de zaten. Ama bu, Ömer Faruk’un kitabının önemini, ama sadece tek bir yönünü tanımlıyor. Fakat okur diğer yönleri ihmal ettiğinde, veya daha doğrusu kitap boyunca, hatta en baştan ortaya çıkan diğerlerini sadece ikincil, önemsiz ya da anlamsız bir karmaşa olarak görmek istediğinde, devrim, sol ve mücadele hakkında bazılarını kızdıracak ve bazılarını sevindirecek, süregiden kısır tartışmaların dar sınırlarının dışına taşmayan, şiddetsiz, sarsıntısız ve herkesin halinden memnun bir şekilde kitabı tamamlayacağı bir okuma olacaktır bu. Şüphesiz böyle okuyacak ve zihindeki kaba tekrarların hüküm sürmeye devam etmesine izin verecek olanlar vardır. Veya yine aynı kapıya çıkacak şekilde, beklentilerine uygun bulacak ya da tam tersine beklentilerinin karşılanmadığını hissedecek olanlar da vardır. Ancak bu metin, başka türlü okumaları mümkün kılacak ve dahası teşvik edecek ölçüde provokatif, okurun alışık olmadığı ve hatta alışkanlıklara açıkça saldıran üslubuyla, baskın kanılara uygun olacak şekilde düzenlenmiş bir yolda ilerleyen bir anlatım yerine, birden fazla yön, uzaklardan gelip kesişen veya kesişmeseler dahi birbirlerine seslenmeye başlayan çoklu patikalar sunuyor ve belki satır aralarında henüz keşfetmediklerimiz, belki daha icat etmemiz gerekenler… Alışkanlıkları delip geçen, sıkça başvurulan bir hafızanın çerçevesinde geliştirilen tartışmaların sınırlarına şiddet uygulayan onlarca patika.
Peki neden bu üslup? Firari bir devrimcinin Çingenelerle karşılaşıp durağan düşüncelerinin, katı inançlarının altüst oluşu veya daha geniş bir açıdan bakılacak olursa iki farklı yaşam pratiğinin (bir yanda devlet gücünü ele geçirip yeniden düzenleme arzusu ve diğer yanda ihlal) karşılaşması elbette alışkın olduğumuz bir tarz ile de kaleme alınabilirdi. Ama eğer öyle yapılsaydı, ihlal sadece anlatılmış, ama Çingenelerin, göçebelerin ya da kaçıp gitmeyi bilenlerin yaşam tarzına nüfuz edilmemiş, sadece aydın bir seyircinin konumu benimsenmiş olacaktı. Yarabıçak ise anlatmıyor, ihlal ediyor. Çingenelerle bir benzerlik yakalamak veya yazma etkinliği vasıtasıyla bir taklit etme değil, ama bir bağlantı kurma, bir deneyimleme sorunu bu; ifadenin biçiminin bozulduğu, sayfa düzeninin dahi kaçıp gittiği, ama öte yandan karakterlerin ağzından zaman zaman başka şahsiyetlerin sesinin işitildiği, bir gerilla gibi düzensiz ya da başka bir düzende dövüşen, samimi olmakla birlikte gerçeğin bir kısmını belki hâlâ saklayan, hatta söylenenlerin ne kadar gerçek olduğunun artık önemsiz olduğu, çünkü doğruyu söylemenin artık hiçbir öneminin kalmadığı, kendi gerçekliğini yaratan, ihlalkâr, Çingene bir üslup.
Yazının, yazmanın dokuz sekizlik hali…
ÇİNGENE BİR ÜSLUP
Ancak gerek yaşam tarzındaki, gerekse yazım üslubundaki (ve olasıdır ki başka birçok alandaki) bu ihlali ya da göçebe tarzı tanımlamak için öncelikle neyin ihlal edildiğinin tanımlanması gerekir. Kitap boyunca farklı örneklerle ve zengin bir şekilde aktarılıyor bu: bedeni organize eden, organların sınırlarını belirleyen, yaratıcılığın önüne engeller diken, insanı sadece toplumsal ve işe yarar işlevlerini göz önüne alarak yeniden üreten aşkın imge; veya daha dar bir anlamıyla devlet, ama zihinsel süreçlerden organların organize olma tarzına, günlük kullanılan dilden yazım üslubuna kadar hayatın bütününe nüfuz edip kişileri yapabileceklerinden alıkoyan devasa bir devlet. Diğer yandan, bastırdığı toplumsal faillere başka bir alternatifin olmadığını, tüm olasılıklar içinde en iyisinin bu olduğunu ve zaten değişimin imkânsız olduğunu, başka bir yaşamın kurulamayacağını ve bu yüzden maceradan sakınılması gerektiğini sürekli ve ısrarla dikte eden ahlaki bir organ olarak devlet. Ve bütün bunlar, gücün yönünün ve organize olma tarzının sadece yukarıdan aşağıya doğru dikey bir yönde kurulması gerektiğinin ve toplumun yanal bir organizasyonunun daha en başından uzak durulması gereken bir saçmalık olduğunun dayatılmasıyla bir arada ilerler; bununla da kalmaz, dikey yapının dışında kalan ya da dışına kaçan davranışları, kişileri, grupları, üretimleri, yaratıcılıkları, kısacası ne varsa, gözetler ve teşhis eder, bir kısmını kontrol altına alır ve soğurabildiklerini soğurur, bazılarını engeller ve yeri geldiğinde tüm şiddetiyle yok etmeye çalışır. Esas sorunsa şudur: bu özellikleriyle aynı zamanda bir bilinçdışı tesis ederek kişilerde ve gruplarda dahi kendi varlığını hissettirmeden bulunmaz mı? Dahası belirli bireyleri ve grupları yaratan da bizatihi o değil midir? Sol ve devrimci örgütlere bile musallat olmamış mıdır? Şüphesiz evet. İşte ihlal sadece sarayıyla, binalarıyla, politikacılarıyla, polis gücüyle görünür olan devleti değil, ama Foucault gibi konuşmak gerekirse “mikro-faşizmi,” gözle görülmeyen polisi, modern hukuk sisteminin bireyin günlük yaşamında ve zihinsel süreçlerinde süregiden faaliyetlerini de ihlal eder. Ve yine bunun bir uzantısı olarak merkezinde devletin, büyük gösterenin bulunduğu konuşma ve yazma dilini, yani “öğreten” bir konumdan konuşan, nesnesini “dır” ekiyle açıklayan, anlamlayıcı gösterge rejiminin sınırları içinde kalan majör anlatımı, söz ve anlatım dizininin bastırıcı yapısını ihlal eder.
SARAY VE MİKRO-FAŞİZMİ İHLAL
Makro-faşizme, iktidarların büyük baskıcı uygulamalarına itiraz etmek söz konusu olduğunda yüzyıllara yayılmış çeşitli pratikler ve anlayışlar mevcuttur. Ancak bunun yanında mikro-faşizm de söz konusu edildiğinde itiraz ya da karşıtlıktan daha fazlası, farklı bir etik-politik yaklaşım, gerçek bir ihlal gerekli hale gelir. Diyebiliriz ki ihlal, mikro-faşizme iştirak etmeyerek makro-faşizm ile de mücadele eder. Ama burada ihlal derken kastedilen nedir? Burada söz konusu olan şey yasayı ihlal etmek ya da yasa-ihlal oyununa dahil olarak olumsuz bir yöne ağırlık vermek değildir, sadece yukarıdan aşağıya doğru organize olduğu varsayılan gücü ele geçirme arzusu da değildir. Olumsuzlama ile ya da yasanın yasakladığı şeyi çiğneme arzusu ile yola koyulmaz, çünkü bu zaten iktidarın tuzağına yakalanmak, yem imgeye kapılmak ve kaçış çizgisinin daha yolun başında, bir yaratıcılığa sebep olmadan kesintiye uğraması anlamına gelir. Ve zaten yasanın da amacı budur. İki karşıt terim arasındaki bir seçimi dayatarak, ihlali olumsuz olana yönelmeye veya karşıt terimi olumsuzlamaya indirgeyerek bütün çıkışları önceden tutmak. İhlali yasanın ihlaline kadar küçültmek ve gerçek bir değişimin mümkün olabileceği fikrini gözlerden uzakta tutmak. O halde sorun, bedenin yapabileceklerini yasalarla (sokaktaki ve bilinçdışındaki polisle), çalışma hayatının getirdiği zorlamalarla, modern hayatın dayatmalarıyla, sermayeye ayarlı saatlerle vb. kısıtlayan, organları toplumsal ve bireysel işlevler açısından ele alan ve teknik-toplumsal makinelere, başka insanlara, doğaya, cinselliğe, devlete, kutsallık atfedilenlere belirli bir tarzda onları bağlayıp bastıran, yapılabileceklerin, söylenebileceklerin, düşünülebileceklerin, deneyimlenebileceklerin sınırlarını ego ile gözetleyen koordinatlı sistemden kaçmaktır.
Ama bu kaçış ne bireyseldir, ne de toplumsal ve politik yaşamın geride bırakıldığı bir romantizmdir; üretimin askıya alındığı bir tembellik hali de değildir. Aksine üretken, toplumsal ve politiktir. Kaçış çizgisi bir noktadan çıkıp başka bir noktaya gitmez, toplum/birey, kent/kır, sanayi/doğa, legal/illegal gibi ikili karşıtların arasında bir tercih yaparak yola koyulmaz; koordinatların, noktalı sistemin bütünüyle dışında, yaratıcı, pürüzsüz bir uzamı kurar ve işgal eder. Noktalı sistem karşıtlıklar vasıtasıyla özdeşlikleri tesis ederken ve iki nokta arasında yer değiştirenler her zaman kendi özdeşliklerini korudukları varsayılan varlıklar iken, kaçış çizgisi, Deleuze ve Guattari’nin terimleriyle oluş[tur]. Hayvan-oluş, kadın-oluş, azınlık-oluş, bitki-oluş, molekül-oluş vs. Ve kaçış çizgileri, noktalı sistemin perspektifinden bakıldığında yer değiştirmedikleri ve bu nedenle algılanamadıkları için, algılanamaz-oluş.
Kaçış çizgisi durağan bir yolculuktur, mutlak hızdır. İşte bu nokta tam da ihlalin devletçi bakış açısından görülemediği ve yasaya göre tanımlanamadığı, karşıt ve olumsuz imaları terk edip yaratıcı ve olumlayıcı bir anlam edindiği yerdir: oluş, kodların çerçevesinde kurulan özdeşliklerin bozulması, erkek/kadın, insan/hayvan türünden dışlayıcı ayrımların çözülmesi, organların dayatılan organizasyonu tekrarlamak yerine yaratıcı ve üretken deneyimlere açılması, veya daha genel olarak sınırların dışında akan kodu çözülmüş ya da kodlanmamış bir akımdır.
Deleuze ve Guattari bunu şizofreni diye adlandırır, hastalık değil ama bir kod çözümü süreci, pürüzsüz bir uzamın kuruluşu olarak şizofreni, Anti-Ödipus’ta şöyle yazarlar: “Şizofren ölü ya da diridir, ikisi birden değil, ama uçarak katettiği bir mesafenin uç noktaları olarak ikisinden her biri. Çocuk ya da ebeveyndir, hem biri hem öteki değil, ayrıştırılamayan bir uzamdaki bir çubuğun iki ucu gibi, birinin bittiği yerde ötekisidir… Hegelci filozofların sonuncusu gibi, şizofrenin de ayrımların yerine çelişik olanların özdeşliğinin belirsiz sentezlerini koyduğu sonucuna varırsak, bu düşünce yöntemini bütünüyle yanlış anlamış oluruz. Ayırıcı sentezlerin yerine çelişik olanların sentezlerini koymaz, ama ayırıcı sentezin dışlayıcı ve kısıtlayıcı kullanımının yerine olumlayıcı bir kullanım koyar. Ayrımın kendisidir o ve orada kalmaktadır: derinlikli bir çalışma vasıtasıyla çelişik olanları bir tutarak ayrımı yürürlükten kaldırmaz; aksine, bölünemez bir mesafeyi kateden bir uçuş ile onu olumlar. Basitçe bir biseksüel, ikisinin arası veya cinsiyetler-arası değildir, ama transseksüeldir. Transdiriölü, transebeveynçocuktur.”
Ama dahası da var, özdeşlikleri bozduğu ve karıştırdığı, büyük politikalara iştirak etmediği için kaçtığı şeyi de kaçırmakta, iktidarların öngöremediği tehditleri icat etmektedir. Deleuze ve Guattari, İngiliz-Amerikan edebiyatındaki hayvan- ve kadın-oluş deneyimlerinden, pürüzsüz uzamları kuran ve işgal eden Türk ve Moğol göçebelerine, müzikteki kırık ritimlerden devlet ve akademi tarafından kabul görmeyen veya ikincil ya da önemsiz bir yere konumlandırılan filozoflara kadar geniş bir yelpazede örnekler verir. Örnekler elbette çoğaltılabilir, bunun sebebi göçebeliğin belirli bir tarihe özgü bir örgütlenme tarzı olmaması ve nerede majör bir uygulama varsa orada aynı zamanda minör bir kaçışın da bulunmasıdır.
“KİMLİK” DEVLETE ORTAKLIK TALEBİDİR!
Ömer Faruk’un Çingeneleri seçmesi tesadüf değil. Çünkü sorun azınlık bir kimlik adına politika yapmanın çok daha ötesindedir. Hatta bir kategori olarak “kimlik” bütünüyle konu dışıdır. Özdeşlik, Deleuze’ün ontolojisinde sadece olaylara belirli bir perspektiften bakıldığında görülen bir yanılsamadır. Dolayısıyla ontolojide kurucu olmadığı için herhangi bir kimlik kategorisi belirli bir devrimci politikanın bir başlangıç noktası olamayacağı gibi hedefi de olamaz. Azınlık olarak tanımlanan bir kimlik kategorisi dahi molar bir nitelik olarak dışlayıcı ve ayrımcı ilişkilerle kurulduğu, bir iktidara ve bir ötekine göre kendisini tanımladığı için faşizmin yayıldığı bir merkez olarak işleyebilir. Dışlayıcı ve ayrımcı ilişkiler sadece majör kimliklerin kullandığı mekanizmalar olmadığı için, Deleuze ve Guattari’nin kadın-oluşu kadınların da deneyimlemesi gerektiğini söylemesi gibi, bir azınlık-oluşu da hem hâkim hem de azınlık kimlikler deneyimlemelidir. Dolayısıyla kimlik gibi bir terim devlet ile hâlâ suç ortaklığı içindedir (bu, kişilere kimliklerinden vazgeçmelerini telkin etmek değil ama tek başına kimliğin devrimci bir siyaset için yeterli bir çıkış noktası olmadığını söylemektir). Çingeneler bu suça ortak olmazlar, hatta onların bir kimlik şekillendirmediği dahi söylenebilir. Çünkü ilk başta ve en önemlisi, bir devlet kurma güdüsüyle hareket etmezler. Kayıt altına alınmayı reddederler, devletle ve modern insanlarla belirli bir mesafeyi korurlar, saatleri kapitalizme ayarlı değildir, seçtikleri meslekler sanki sadece onlara özgüdür, müzikte kullandıkları ritimleri kırıktır, asla tek başına etnik özelliklere dayanarak tanımlanamazlar, kendilerini anlatmazlar veya olduklarından farklı anlatırlar, devlet tarafından gettolara asla tam olarak sıkıştırılamazlar, pürüzsüz bir uzam ve farklı bir mekân algısı kurarlar, iki durak arasında hareket etmezler ama iki hareket arasında dururlar. Kaygandırlar, algılanamazlar. Bu yüzden bir analizin değil fakat bir karşılaşmanın, bir temasın, bir duygunun nesnesi olabilirler. Ve bu aşamadan sonra sorun Çingenelere dair iyi bir tasvir değil, ama politik olarak karşılaşmalara ve dönüşümlere açık olmak veya yazarın durumunda minör bir dili, yazmanın göçebe bir deneyimini sunmak olacaktır.
YOLDA OLMANIN POLİTİKASI
Böylesi karşılaşmaların ve yazma deneyimlerinin şüphesiz ki etik ve politik sonuçları vardır; sol teori, devrimin niteliği, siyaset pratiği vb. konularda tartışmalara sebep olacağı da açıktır. Ancak buradaki hassas nokta, bu sonuçların asla yeni bir doktrine yol açmadığını gözden kaçırmamak ki, Yarabıçak’ın da böyle bir derdi yok zaten. Bu yaklaşım ne yeni bir devrim programı önerir ne de yeni bir analiz tarzı, ama bir organsız beden kurmanın etiğine işaret eder. Organsız beden kavramını Deleuze ve Guattari Antonin Artaud’dan ödünç alarak kullanmıştı; bedenin, organlardan değil ama organların organizasyonundan (veya organizmadan), sabit biçimlerden kurtulması, bir başka deyişle katmansızlaşmasıdır. Bu, bedeni parçalara ayırmak değil ama deneyimlere açılmak, bedenin yapabileceklerin genişletilmesi anlamına gelir ve kaçınılmaz olarak çoğulculuğa doğru yönelir. Özdeşliklerin, ikili karşıtlıkların ve gösteren[in] yerini kolektifliğin almasıdır; organsız beden bitkileri, hayvanları, aletleri, insanları vs. ve onların fragmanlarını bir araya getiren ve kurulu ilişkilerin tümünü mutasyonlara açık kılan pürüzsüz yüzeydir; ve onun üzerinde önceki organizasyonlar mutasyona uğradığı anda bu organizasyonlara dayanan kimliğin yerini de göçebe özne alır. Artık gücün dikey örgütlenmesinin bir ürünü olarak kurulan ve ben/öteki gibi dışlayıcı ayrımların referans noktası olarak işlev gösteren kendisiyle özdeş özne ya da kimlik değil, ama ilişkiler çokluğu boyunca her deneyimle dönüşen, devletin üst-kodlamalarının çözüldüğü, mikro-faşizmin tutunacak bir ağaç dalı bulamadığı bir öznedir. Bir pratikler kümesi vasıtasıyla mekânın aşama aşama yaratılışı, molar ve moleküler düzeylerin yeniden düzenlenmesi ve benliğin şekillendirilmesi eşzamanlıdır, ama asla bir anda değildir, çünkü bunun için kurucu özgül standartlar yoktur; ve büyük ölçüde, karşılaşılan engellere yönelik stratejilerle ve pragmatizmle ilişkilidir. Dolayısıyla organsız bedenin kuruluşu zorunlu olarak aynı anda politiktir de, çünkü farklı bir politik özne ve farklı bir politika pratiği yarattığı gibi, güç ve devrime yönelik belirli tasavvurlara dayanan politik programları da deneyimlerle birlikte mutasyona açmaktadır.
Ömer Faruk’un kitabının hem politik bir önemi var hem de bir duyguyu iletiyor. Bir yolda olma duygusu bu. Ve aynı zamanda yolda olmanın politikası. Sebebi ise karşılaşmalara ve etik-politik sorunlara dair bir metin olması. Anlatmayan, açıklamayan, ama okuru bir yaşam pratiği ile temasa sokan, kişinin katmanlarına değil ama bedenine dokunan bir metin. Bir başlangıç ve bir sonuç noktası arasında uzanan bir yol değil, sistemli ve organize bir ilerleme de değil, ama bunun yerine okuru daha başlarken yolun ortasında alan ve bittiğinde onu yine yolun ortasında terk eden bir ilerleme. Ve aynı zamanda politik alanın içinde sanatsal olanın açığa çıktığı, görüşe duygunun, egoya bedenin tuzak kurduğu bir ilerleme. Kaçınılmaz olarak böyledir; Deleuze’ün söylediği gibi, bedenimden kaçmak isteyen ben değilimdir, ama benden kaçmak isteyen bedenimdir.
Mesele kitap dergisi, Ağustos 2015
Abdalca Bir Hayat: Yarabıçak
Hakan Atalay
“Bilmek İstersen Seni
Can İçre Ara Canı”
(Hacı Bayram Veli)
Yarabıçak, daha önce okuduğum nadir tanıtım yazılarında da söylendiği gibi, deneme, anı, öykü, kuramsal metin, anlatı, senaryo vb. türlerin kalıplarına sığmamakla kalmayıp çok katmanlı, birçok alt metin barındıran, bol öykülü bir yapıya da sahip. Dolayısıyla, kitaba dair izlenimlerimi tek bir başlık altında ve bir tarzda anlatamayacağım için birkaç başlıkta özetlemeye çalışacağım.
*
Sağ alt köşesi lekelenmiş kitabımın sayfalarını özenle çeviriyorum. Lekenin merkezindeki eflatuni renk Paris’in doyulamayan şaraplarını anımsatıyor. Kitabı da kendimle birlikte götürmüştüm; orada -yeniden- bakabileceğimi, bazı kısımlar üzerinde -yeniden- düşünebileceğimi ummuştum. Olmadı. Güzel zaman geçirdim, evet, ama havaalanına kadar! Bagajları döndüren “şey”in başında beklerken valizimi gördüm: Muhtemeldi, ama bunu beklemiyordum. Elbiselere sarmış, kontuardaki görevliyi uyarmış, küçük valize kocaman, kırmızı bir “Kırılabilir” yazısı yapıştırtmış olmama rağmen, en az bir, fakat büyük olasılıkla birden çok şarap şişesi valizin içinde taşınırken kırılmıştı. Kaçı? Valizin içi ne durumdaydı acaba? Açıp bakamadım. Ne anlamı vardı ki? Evde açınca “eşeğini kaybedip bulmuş kul”un sevincini yaşadım: Neyse ki altı şişeden sadece biri kırılmıştı. Üstelik o, poşete konmuş tek şişeydi. Birkaç gömlek, vs.’nin kirlenmesi ve bir şişe şarabın telef olması çok da büyük bir kayıp sayılmazdı, gezinin kendisini ve “hayatta kalmayı becermiş” diğer şarapları düşününce… Bir de kitabın sağ alt köşesini. Bunu görünce kitabı, kitabın mevcut çekilmez hayatlarımıza karşı alternatif önerisini düşündüm; yani, göçebe hayatı. Kendi kendime “Bir yerden bir yere gitmek zor, meşakkatli iş, ama geçirdiğim günleri/anları hesaba katarsam, yorgunluğa, zamana, paraya, dönüşte her şeyin şarapla ıslandığını görmeye, vs. değmez miydi?” diye sordum. Hem de nasıl! Kitap hakkında yazacaklarıma orada karar verdim…
*
Öyle ya, göçebe olmak böyle bir şey değil miydi: Sınırları aşmak, fark edilmeden dolaşmak, sağ salim, fakat şarapla -ve hazla- ıslanmış olarak geri dönmek… Kitabın yaşadığı buydu.
Yarabıçak bir yönüyle, Şükrü Argın’ın giriş yazısında çağrıştırdığı gibi, Devlet ve İhtilal’e bir nazire sayılabilir, çünkü “nasıl bir dünya istiyorum” ve “oraya nasıl ulaşılır” sorularına kuramsal önermelerin yanı sıra, hatta onları neredeyse saklayarak, bir yanıt arıyor. İnsanların uzun metinler okumaya zamanlarının da, heveslerinin de kalmadığı bir dünyada, geçmişe hayıflanıp köşeye çekilmek yerine, farklı tarzları içeren, kimi zaman görselleşen bir metinle, yeni bir alternatif sunuyor okurlara: Oyun, öykü, roman, anı, şiir, anlatı, senaryo, deneme vs.’yi iç içe geçiriyor.
Sözgelimi, “Bir deneme (!) kitabında senaryo ne arar?” diye soruyorsanız, romanın(!) başında bir film sahnesiyle karşılaşmaya hazırlayın kendinizi: Bir arkadaş uğurlama gecesinin nasıl fantastik bir ayine dönüştüğünü zevkle “seyredin”. Kitabın (filmin?) nasıl akacağına dair ipuçlarına dikkat edin: Sohbet, müzik, dans, cazibe, eylem, kendinden geçiş… ve tabii ki, ihlal. “Hayatın olağan akışı”nın birden kesilip başka bir âleme geçişin işaretleri.
Sahneden büyülenmiş bir şekilde okumaya devam etmek isterken kitap (roman?, film?) bir cümlelik bir bölümle kesiliyor: “Abdûlgaffar el Hayatî, ‘Sınır önce zihinde oluşur,’ der.”
Bölüm bu kadar!
Ne oluyor, demeye kalmadan, Deleuze ve Guattari’den Adorno’ya, “göçebe düşünce”nin açımlanmasına geçiliyor: Yol, yolculuk, yersiz yurtsuzlaşmanın imkânları…
Yoğun bir bilgi birikiminden süzülerek geldiği belli olan “metni” okudukça, sınırları durmadan ihlal eden bir göçebenin özgür ruhunu hissediyorsunuz zaten: Adorno’dan Melih Cevdet’e, Bauman’dan Oruç Aruoba’ya, Braudel’den Kim Ki Duk’a, Deleuze’den Kusturica’ya, Foucault’dan Mehmet Eroğlu’na, Gasset’den Haşim’e, Kitabı Mukaddes’ten Gadjo Dilo’ya, Kovel’den Cemil Meriç’e, Tanpınar’dan Hasan Ali Toptaş’a… zevkli bir yolculuk yapıyorsunuz. Üstelik bir roman örgüsünün içinde kavramsal notlar, politik tartışmalar, kişisel anlatımlar, öyküler ve anılar arasında asla tükenmeyecek bir sergi/müze içinde geziniyorsunuz. Örnek vermek gerekirse, Mister Fa’nın yazara verdiği notlarda geçen bir diyalogda Rakıyı Karanfille İçen Adam, Banka Soymuş Devrimci Genç’le konuşuyor: “Sizin şarkılarınız var mı? Sevindiğiniz, üzüldüğünüz, efkârlandığınız zaman söylediğiniz şarkılar var mı? Bu şarkıları ahalinin her kesimi her mekânda dinliyor mu?” diye sorar ve ekler: “Ahali bu şarkılar aracılığıyla müesses nizama katılıyor.” Dolayısıyla, ancak “medeniyeti aşmayı hedefleyen bir medeniyet kaygısı güderek müesses nizamı değiştirebilirsiniz”.
Mister Fa tiplemesinde göreceğiniz gibi, metinde anlatılar, anılar, tespitler, önermeler, şiirler, kahramanlar bir bütünlük içinde arzı endam ediyorlar. Banka Soymuş Bir Devrimci, Melih Cevdet’in Raziye’siyle yaşıyor, Oruç Aruoba Yürüme’yle araya giriyor, kimi zaman Kim Ki Duk’un Boş Ev’indeki delikanlıyla karşılaşıyor, Rakıyı Karanfille İçen Adam’la tanışıyorsunuz; Gülbahar’ın dansıyla Abdûlgaffar el Hayatî’nin özlü sözleri aynı dünyada yaşayıp gidiyorlar.
Politik tartışmalar dedimse, bildiğiniz gibi değil. Devrimcilerin iktidar hedefinin nasıl işe yaramaz bir geri dönüşle karşılaşacağını/karşılaştığını, çünkü medeniyeti ciddiye almadığını, hadi kitaptan başka bir dille söyleyelim, devrimci olduğunu iddia ederken nasıl mevcut paradigma içinden konuştuğunu, sınırları/yerleşikliği tartışmayan, bedeni özgürleştirmeyi ihmal eden, ihlal yerine ihtilali öne çıkaran bir devrimci çabanın nasıl kısır ürünler verdiğini, örneklerle anlatmaktan söz ediyorum:
“Derkenar 17: Bugün devrimci sorunun, devlet aygıtının ya da partinin bürokratik ve despotik organizasyonuna düşmeden, noktasal mücadelelerin bütünlüğünü nasıl bulacağıyla ilgili olduğunu biliyoruz; yeniden bir devlet aygıtına dönüşmeyecek bir savaş makinesi, Dışarı’yla bağlantılı göçebe birliği.
İşte belki de Nietzsche’de en derin nokta, aforizmada belirdiği kadarıyla felsefeden kopuşunun ölçüsü şudur: Düşünceyi bir savaş makinesine dönüştürmek, düşünceyi göçebe bir güç haline getirmek.”
Kitabın son bölümlerine doğru yazar kahramanımızın, onun kahramanlarının, kuramsal tartışmalarının, hayat kaygılarının, arayışlarının yanıtını bulduğu somut bir topluluğa yöneltir bizi: Çingeneler’e. Çingeneler kitabın asıl kahramanlarıdır. Müzik ve dansla -genel olarak hayatla- ilişkileri, oldukları hale doğmuş olmaları, devletsizlikleri, bedenlerinin -birçok anlamda- sınır tanımazlıkları, adsızlıkları (kendilerine Çingene demezler ki), vb. ile, göçebe -ve dolayısıyla gerçekten devrimci- düşüncenin ete kemiğe bürünmüş örnekleridir onlar. “…medeniyet bilgisini edinerek, kapitalizmi aşmayı hedefleyerek, Çingeneler’i dikkate alarak yeni bir medeniyet üzerine düşünmenin zamanı gel”miştir. Nasıl bir medeniyet olacaktır bu?”
“Tasarlama, yapma ve kendini ifade etme yeteneğini edinmenin önündeki engellerin kaldırılmasından yana olanların; başkalarının yönetmesine gerek kalmadan bedenine ve zihnine sahip çıkarak yaşamayı seçenlerin; yaradılıştan gelen farklılıkları değişmez kabul etmekten vazgeçerek, diğer canlı türleriyle kendini eşitleyenlerin medeniyeti…”
Böyle bir medeniye ulaşmak için gereken “göçebe düşünce”nin, adından da anlaşılabileceği gibi, bir eylem olduğu kadar bir düşünce, bir tarz olduğunu da hatırlatmak iyi olabilir. Çünkü “göçebe illa hareket eden biri değildir: “Oldukları yerde yolculuk edenler vardır, yeğinlik yolculukları. Tarihsel olarak bile göçebeler, göçmenler gibi yer değiştirenler değil, (tersine) hareket etmeyenler, aynı yerde kalarak kodlarından kurtulmak için göçebeleşenlerdir.” Bu sözlerin -çoğu zaman bulunduğu yerde olmaktan başka bir şey istemeyen- benim gibi biri için teselli edici olduğunu belirtmeliyim, ama hiçbir şey yapmamak için bir mazeret olarak kullanılmaması için dikkatli olunması gerektiğini de eklemeliyim.
Her halükarda, Abdûlgaffar el Hayatî’nin dediği gibi, “sınırların önce zihinde oluştuğunu” hatırlamakta yarar var, elbette, sınırın bir “arayüz” olduğunu unutmadan, zira sınır -en az- iki işlev görür: Bir yandan iki yanı birbirinden ayırırken, öte yandan etkileşimlerine de olanak verir. Bu, devletlerarası sınırları düşündüğümüzde açıkça görülebilir: Orada hem kavga eder hem de ticaret yaparız. Hem düşmanlık besler, hem kardeşlik üslubu tuttururuz. Çünkü biz toplumsal ve psikolojik varlıklarız. Kendimizi oluştururken de “ötekiler”le ilişkilerimizi önce bir sınır oluşturmakta kullanır, sonra bu sınır üzerinden iletişim kurarız. Eğer sınırlarımızı, benlik imgemiz ve tenimiz dahil, başkalarıyla deneyimlere ne kadar açık tutabilirsek, o kadar derin bir iç dünya ediniriz. Göçebe düşüncenin önerebileceği ilişki biçiminin ipuçlarına işte buralarda rastlıyor olabiliriz: Bir yanda kendi olamadan her şey olmaya çalışan, bu amaçla her yeri görmek için alel acele koşturan biri ile, öte yanda kendi olmaya/kendini bilmeye uğraşırken sakin içsel/dışsal yolculuklara çıkan biri arasındaki ayrım gibidir bu. Zihnini/bedenini herkese ayrımsızca açarak kendi olmaya çalışanla, başkalarında kendini görerek öteki/kendileşmeye çalışan biri arasındaki ayrım gibi… Dolayısıyla, kendimizi ve dünyayı tanımak, hatta değiştirmek için yarın sabah hazırlanıp yola koyulmamız gerekebilir, çünkü “yeryüzü dergisi”nin deyişiyle, “bilmek isteyen yola çıkar”, ama en büyük hazırlık, önce zihinlerimizi muazzam yolculuk olasılıklarına açmaktır.
Nitekim yazar kitabının sonlarında göçebe düşüncenin ve göçebe toplulukların büyük, ama ihmal edilen evrensel geleneğini, kültürümüzde mevcut olan derviş (“abdal”) geleneğiyle birleştiriyor. Anadolu’nun büyük “abdal”ı Neşet Ertaş türküleri eşliğinde “dünyada gönlü/gözü olmadan” her yeri dolaşan abdallarla, “kendine malum olanlar”la, “elini/eteğini çekerek” diyar diyar dilenenlerle bir olgunlaşma yolculuğuna çıkarıyor. Okumadan bilen, kırmadan sevenleri, yolunda alıkonulmamak için bile-isteye kendini “dışarlıklaştıranları” tanıtıyor. Kitabın son sorusu böylece anlam kazanıyor: “”Ey yolu bu satırlara düşen yolcu! Paranoyak köle mi, yoksa şizofren göçebe misin? Hangi yolu adımlıyorsun?”
Benim için kitabın sürprizi Clarissa Pinkola-Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı oldu. Binlerce sözcüğün arasından, onlarca yere, dile, masala, öyküye yürüdüm. Siz de yolunuzun düştüğü bir yerlerde Yarabıçak‘a rastlarsanız, diğer yolcularla tanışma fırsatını kaçırmayın.
Anlatının/denemenin ve teşekkür bölümünün sonunda yazarın kişisel öyküsüyle kesişen “tuhaf” rastlantılarla ilgili bir sürpriz de sizi bekliyor.
*Turnusol, Sayı: 319/2016, Gösteri
Cahil Hoca’nın Hayat’ı Yarabıçak’landı!
Hakan Kaynar
Hemen girmeli mevzuya. Zaman az, yerim dar. Yoksa öyle sandalyesinden kalkmadan oynayan adamlardan değilim, söyleyeyim. Çevresini değiştirdikçe sever insan, yeni bir ev aldığında duvara bir resim asar. Tadilat son yirmi yılın geçmeyen modası ya… Mutfağı salona katar, balkonu evine. Değiştirir. Bir de yıllar sonra beş metrekare toprağa kavuşanların sevincini düşünün, saksıda bile olsa yetiştirip dalından kopardığı biberi ballandırarak ikram edenlerin övüncünü bir de. Değiştirdikçe bahçeyi, odayı, şehri, ülkeyi kendisinin bilir insan. Ama ya kendisi? Bizi bizden almışlar oysa. İktidar, ister devlet kılığına bürünsün ister öğretmen, baba da olabilir ağabeylik taslayan bir arkadaş da; hakkım var diyor üzerinde, ben yetiştirdim seni ya da kendi kendini yetiştirsen bile, buna ben izin verdim. Değiştiysen de benim sayemde. Yabancı bir dil öğrendiysen biz öğrettik sana. Ailen parayı verdi, öğretmen zaman, bütün bunları da devlet planladı. Anladın mı? Anlamadıysan “Hayat Bilgisi” öğretmenin yeniden açıklasın sana, hemen anlamaman doğal, zira aptalsın! Çünkü kimse “haydi!” demeden oynamaya kalkmazsın.
Yürümeyi kim öğrendi peki, konuşmayı? Cahil Hoca’da Rancière soruyor bu soruları, kendine güven diyor Joseph Jacotot’un hikâyesi üzerinden okuruna. Fransızcayı Fenelon’un iki dilli basılmış Telemak’ından öğrenen öğrencilerin şaşırtıcı hikâyesiyle açılıyor kitap. Rancière isteyen herkesin istediği her şeyi öğrenebileceğine, üstelik isteyen herkesin her şeyi öğretebileceğine inandırıyor okuru. Mevcut sistemse bize aptal olduğumuzu, bilmediğimizi, bilemeyeceğimizi öğretmiş, öğretmeye devam ediyor üstelik. Çevremizde olup biten bunca yeniliğe rağmen hâlâ mimarsız yapılarda, hâlâ aynı oturma düzeninde, doğruyla yanlışın arasındaki boşluğu ıskalayan eğitim sistemi devam ediyor. Her şeyin başı eğitim, öyle değil mi, düştük klişenin kucağına, ama hemen kalkalım. Gölgemiz kalsın, biz oynayalım.
Gölge diyor Engin Geçtan “Hayat”ta, “yani ruhumuzun öteki yüzü, bilinçli zihnin karanlık kardeşidir.” Geçtan yazarken okurla, yazarlarla, gölge hakkında da Jung’la söyleşiyor. İsmiyle müsemma bir kitap. “Hayat”ın içinde hakikaten hayat var. Kuantum fiziğinin açtığı yeni yollardan gidiyor Geçtan, tarihe çıkıyor bazen, bazen siyasete, insana, dine, internete. Üstelik bütün bunları çizgisel değil döngüsel bir planla, aynı yaşadığımız hayat gibi, daha önce yazdığına, söylediğine atıflar yaparak yazıyor. Gölgede kalmıştık, hatırladım, gölge diyor yazar karanlık yanımızdır, sakladığımız “ben”, persona ise başkalarınca onaylanmak, bizi aralarına alsınlar diye taktığımız maske. Bu ikisinin sık sık buluşması gerekir diyor doktor. İkisi buluşmazsa yalnız kalıyormuş insan. Yalnız kalınca yabancılaşıyor. Ne oluyor sonunda. Göbek havası çalarken orkestra sandalyesinde kalakalıyor.
Gölgesiz oynanmaz bu çıktı ortaya. Ömer Faruk’un Yarabıçak kitabı böyle gölgeli ve oynak bir hatırayla açılıyor. Memleketi terk edecek arkadaşa, günün anlam ve önemine yakışır bir veda için rakı masası kurmuşlar, Kumkapı’da. Muhit kalabalık. Yerlilerden çok turist var. Çalgıcılar geziyor masaları. Bizimkiler mutlaka memleket meselesi konuşuyorlar ki, bu ilk turda müzik istemiyorlar. Kafalar tütsülendikten sonra, ikinci defa gelince grup, anlatıcı haydi diyor, neyi çalmak istiyorsanız onu çalın, çalarken en mutlu olduğunuz şarkıyı ya da. Başlıyor müzik. Derken Ömer Faruk gölgesiyle kalkıyor ayağa. Gölge personaya karşı masada oturan kadınlardan birini gösteriyor, kaldırsana onu da, diyor, nazlanmıyor persona. Kadın da nazlanmıyor. Kadın dans ederken, gölge çoşuyor, masaya çıkarsana diyor, herkes görsün. Hoop kadın masaya. Derken sokaktaki bütün çalgıcılar aynı ezgiyi çalmaya başlıyorlar, herkes ayakta, kadınlar masada.
Ömer Faruk’un kitabı da yeni kitaplardan… Yeniden kastım basım tarihi değil, tarzından bahsediyorum. Deneme havasında giderken birdenbire roman oluveriyor, roman kahramanları konuşurken deneme yazmaya başlıyor sonra. Roman bir başka romana, Melih Cevdet’in Raziye’sine selam çakıyor, en sonunda da yazar günümüzün Ahmet Mithat’ı gibi bize, yani okurlara sesleniyor. Ömer Faruk kendisi söylemese de bir önerisi var aslında. Belli ki yaşadığımız hayata ilişkin dertlenmiş, derdi olanın önerisi oluyor zaten. Diyor ki başka türlü yaşamak mümkün mü? Üstelik bakın neredeyse her ülkede, yanı başımızda başka türlü yaşayan Çingeneler bunu yapıyorken, biz neden yapmayalım? Gelecekten, birbirimizden, vatandan, bayraktan, paradan bir şey beklemek yerine neden gölgemizle buluşmayalım!
Ben olsam kadını eve davet ederdim dedi, gölgem. Hemen ışığı kapattım.
Aralık 2014, Sayı: 4, Kamyon
İhlal Çağrısı Olarak Yarabıçak
Hakan Yücefer
Bir kitapçıda çalışıyor olsaydım Ömer Faruk’un yakınlarda çıkan kitabı Yarabıçak’ı hangi rafa yerleştireceğim konusunda epeyce zorlanırdım muhtemelen. Altbaşlığı Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları olduğuna göre bir anı ya da otobiyografi kitabı mı bu? Sayfaları biraz karıştırınca öyle olmadığını çabucak anlıyorsunuz. Evet, Yarabıçak anı kitabına benziyor, ama romana da benziyor, felsefi denemeye de… Şairlerden ve filozoflardan uzunlu kısalı alıntılara, filmler ve şarkılar hakkında sürpriz bölümlere de rastlıyorsunuz. Üstelik sorularla, fısıltılarla dolu bir kitap, okurundan da yanıt değil yeni sorular, yeni fısıltılar bekliyor.
Yarabıçak her şeyden önce ihlal ve göçebelik üzerine bir metin, sınırları ihlal etmeye, yerleşikliği sorgulamaya, göçebeleşmeye bir davet. Bizi kuşatan sınırların, hayatlarımızı önceden belirleyen kodların kaynağını yerleşiklikte buluyor Ömer Faruk. Göçebeliği ise özellikle politik boyutuyla, kodlayıcı, sınırlayıcı iktidar karşısındaki ihlalci gücüyle ele alıyor. Kitabı kateden bütün karşıtlıklar (yazıya karşı söz, ruha karşı beden, görmeye karşı dokunma, güçlü olmaya karşı haklı kalma, sahip olma hırsına karşı zanaatkârlık ve zarafet…) sonunda yerleşiklik-göçebelik karşıtlığına bağlanıyor. Yerleşiklik kodlayıcı iktidarın, yazının, mülkiyetin ve güçlü olma arzusunun kaynağıysa göçebelik de kod-çözücü ihlalin, serbest kalan sözün ve bedenin, müziğe ve dansa, tesadüfe ve yeniliğe açık kalabilmenin nihai ufku.
Yarabıçak sadece içeriğiyle değil, üslubuyla da ihlalden ve göçebelikten yana. Özenle yazılmış, farklı ifade yolları arasında geçişlilik sağlayacak şekilde tasarlanmış kıvrak bir metinle karşı karşıyayız. Şiir, öykü, anı, deneme, felsefe, müzik, sinema, tarih… hepsi iç içe. Ama zor okunan, dilsel ya da kurgusal bir arayış içinde olan, deneysel bir metin değil Yarabıçak. Ömer Faruk yazıdan çok söze yakın durmaya, sözün akıcılığını ve canlılığını yazıda kaybetmemeye çalışıyor (yazının büyüsüne kapılıp uzun ve anlaşılmaz cümleler kuranları da açıkça eleştiriyor bu arada). Yarabıçak’ı okurken bize hep eşlik edecek göndermeler, Deleuze’den, Tanpınar’dan, Adorno’dan, Melih Cevdet’ten, Oruç Aruoba’dan… alıntılar bile metnin okunaklılığını, anlaşılırlığını bozmayacak, aksine kitaba ayrı bir ritim ve dinamizm kazandıracak şekilde düzenlenmiş. Amaç deneysel bir metin yazmaktan ziyade yazıyı da göçebeleştirmek. Göçebeliğin sesini daha kuvvetli duyurabilmek için yazıyı parçalamak, çoğaltmak ve söze benzetmek…
***
Kitabın parçalı bir üslubu var kısacası, ama bir ilerleyişi de var. Bir tür serbestlikle yazılmış olsa da Yarabıçak kopuk fragmanlardan, bağımsız deneme ve anlatı parçalarından oluşan, bütünlükten yoksun bir metin değil. Parçalar belli temalar etrafında ve belli bir düzen dahilinde sıralanıyor, ihlal ve göçebelik meseleleri adım adım geliştiriliyor, genişletiliyor…
Herkesi kendi akışına katan, “en ağır abileri” bile etkisine alan, kadınları masalara çıkartan bir Çingene müziğinden söz ederek başlıyor kitap. Ve Ömer Faruk soruyor: Bu nasıl mümkün, müzik bunu nasıl yapıyor, müzik bütün sınırları kaldırarak insanları kendi akışında nasıl buluşturabiliyor? Açılış sahnesi ve bu soru her şeyin özeti gibi aslında. Yarabıçak Çingene parçasının izinden gidiyor ve okurlarını “devletlerin, bayrakların, dillerin, dinlerin, milli marşların, üniformaların, kalelerin” ötesine geçmeye, “aynı müzikte buluşmaya, aynı parçaya akmaya” çağırıyor (Yarabıçak, s. 31-32).
Kitapta ilerledikçe yavaş yavaş temel karakterlerle de tanışmaya başlıyoruz. “Mister Fa anlatısı” (s. 61-121) Yarabıçak’ın birinci perdesi gibi. 80 öncesinde sol bir örgüte giren, örgüt bünyesinde bir “banka kamulaştırma” işine karışan Mister Fa darbenin ardından örgütle tüm ilişkisini kesmiş, İstanbul’da saklanıyor. Bir yandan hiç tanımadığı bir şehri, özellikle Boğaz’ı keşfediyor, yeni insanlarla karşılaşıyor, diğer yandan bu karşılaşmalar onu geçmişini sorgulamaya yöneltiyor.
Bu ilk perdede Türkiye soluna yönelik önemli eleştirilerin de şekillendiğini görüyoruz. Mister Fa’nın karanlıkta yüzünü bile görmeden seviştiği Çingene kadından öğrendiği şey bedenin tahakküm altında tutulduğu, cinselliğin bastırıldığı, hatta sevişmekten utanan devrimciler olduğu gerçeği. Rakıyı Karanfille İçen Adam’la yapılan uzun sohbetler ve hararetli tartışmalar ise bir başka meseleyi, medeniyet meselesini gündeme getiriyor. Sol medeniyet sorunuyla yüzleşme cesareti gösterememekle, karşı çıktığı değerlerin yerini doldurabilecek yeni değerler yaratamamakla, sadece iktidar mücadelesine odaklanıp yeni bir medeniyet yaratma sorunsalını gözardı etmekle suçlanıyor. “Ölmeyi, öldürmeyi beceren ama sevişmeyi beceremeyen devrimlerin geleceği var mıdır?” diye soruyor Yarabıçak. “Mimarisi, musikisi, masalı, ninnisi, bilmecesi, yemek kültürü, erotik edebiyatı/sineması olmayan devrim yaşar mı?” (s. 94) Bu iki soru birlikte düşünüldüğünde ortaya epeyce karanlık bir tablo çıkıyor, “Mister Fa anlatısı” hiçbir çözüme ulaşmayan aporetik bir Platon diyaloğu gibi sona eriyor: Sorular az çok belli ama çözüm yok, çıkış yok.
Yanlış sorular sorduğumuz için mi?
Kitabın ikinci perdesi bizi aşağı yukarı yirmi yıl sonrasına götürüyor, artık 2000’lerdeyiz: Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın evinde yenen akşam yemeği, yemeğe eşlik eden uzun sohbet, sohbete eşlik eden müzikler, deneme parçaları, sorular, alıntılar… (s. 142-193) Önceki sorgulamalar burada derinleşiyor, keskinleşiyor. Ama artık ilk perdenin aporetik havası yok. Eski sorular yeniden gündeme gelirken, yeni sorularla zenginleştirilirken bir yandan cevaplar da şekillenmeye başlıyor. Bu kısmın kahramanı ne Mister Fa, ne Rakıyı Karanfille İçen Adam, ne de anlatıcının kendisi. Hem bu kısmın, hem de belki bütün kitabın asıl kahramanı bir karakter değil bir halk: Çingeneler. Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın yemek boyunca heyecanla savunduğu, geliştirdiği kışkırtıcı soru şu: Solun yapamadığı şeyi Çingeneler çoktan yapmamışlar mı zaten? Onlar asla bedeni tahakküm altına almamışlar, asla yerleşikliğe teslim olmamışlar, yerleşik hayatın getirdiği kodlara, sınırlara boyun eğmemişler… kısacası medeniyet sorununa göçebe bir medeniyet yaratarak bir cevap önermişler. Bu açıdan Çingenelerin sadece yaptıkları değil yapmadıkları da önemli: “Devlet kurmamış, kale yapmamışlar, düzenli orduları, bayrakları, milli marşları, ulusal önderleri, kahramanları, anıtları yok. ‘Vaat edilmiş topraklar’a dair efsaneleri yok. Tarım yaparak diğer canlı türlerinin doğadan yok olmasına neden olmamışlar… İnsanlık bütün bunlarla uğraşırken Çingeneler yürüyüp gitmişler; evet, yürüyüp gitmişler” (s. 203-204).
Ömer Faruk bu kısımda da sorular sormaya, cevaplardan çok, soruları öne çıkarmaya devam ediyor. Ama “Mister Fa anlatısı”ndaki çıkışsız, karamsar havayı geride bırakıyoruz artık. Ayrıca kitabın başından beri karşımıza çıkan ve yersizyurtsuzlaşma, oluş, köksap, kodsuzlaşma gibi Deleuzecü kavramlar etrafında örülen göçebelik teması şimdi bir somutluk kazanıyor, Çingenelerin yerleşikliği reddeden alternatif medeniyet modelleriyle ete kemiğe bürünüyor. Yarabıçak’ın en Deleuzecü olduğu yan belki de genel ve soyut kavramlar üzerinden düşünmemesi, sürekli tekil durumlara, örneklere, vakalara yönelmesi. Genel olarak arzudan değil Mister Fa’nın, Raziye’nin arzusundan, genel olarak göçebelikten değil Çingenelerin, dervişlerin göçebeliğinden… bahsetmesi. Yarabıçak’taki bütün Deleuze göndermelerine rağmen, Ömer Faruk’un göçebelik konusunda Deleuze’le tamamen hemfikir olmaması da örneklerin tekilliğiyle açıklanabilir. Deleuze her tarihsel yersizyurtsuzlaşma hareketinin yeniden yer yurt edinmeye yönelik olduğunu söylüyor birçok metninde. Deleuze’ün çok da üzerinde durmadığı Çingeneler örneğine odaklanan Ömer Faruk ise göçebeliğe, yersizyurtsuzlaşmaya dayalı bir medeniyetin mümkün olup olmadığını soruyor.
***
Yarabıçak bir karşılaşmalar kitabı; yazıyı yeni karşılaşmalara, beklenmedik buluşmalara açık hale getiren, okuru da bu açıklığı korumaya, sürdürmeye teşvik eden bir kitap. Yarabıçak’ta banka soymuş bir erkek devrimci hırsızlık yapan bir Çingene kadınla karşılaşmıyor sadece, sol gelenek Deleuze düşüncesiyle, Deleuze düşüncesi Çingenelerle, Çingeneler dervişlerle, Kim Ki-Duk Neşet Ertaş’la da karşılaşıyor. Karşılaşmalar karşılaşanları sınırlara sürüklüyor, onlardaki kod-çözücü, göçebe güçleri açığa çıkarıyor. Bizi yerleşikliğimizden çıkaran, “müesses nizam”ın kodlamalarından kurtaran şey önümüzde yeni dünyalar açan bu karşılaşmalarda yatıyor işte. “Çingeneler çok yakınımızda yaşıyor, çiçek satıyor, müzik yapıyor, evlerimizi soyuyor, falımıza bakıyorlar” diyor Ömer Faruk. Ama biz onlarla karşılaşamıyoruz, çünkü “bütün bunları bizim görüş alanımızın dışında kalmayı ustalıkla becererek yapıyorlar, bu anlamda çok uzağımızdalar” (s. 203). Yeni kitaplar, yeni müzikler, yeni sorular, başka yaşam biçimleri… çok yakınımızda aslında; onlarla karşılaşmak için tek yapmamız gereken daha dikkatli bakmak.
Mart 2015, Taraf Kitap
Bir Zarf ve Mazruf Hikâyesi
Hayati Roman
90’lara kadar bir sadelik hâkimdi kitaplar dünyasında. Sessizce çıkarlardı kitapçı raflarına. Hele 70’ler, 80’ler, çoğunlukla tesadüfen keşfederdik kitapları. Kitapçıya aklımızda bir isim ile gittiğimiz nadirdi. Küreselleşme ile birlikte biz de keşfettik pazarlamayı. Köşe dönmecilik her nesneyi adamakıllı metalaştırdığı gibi, kitabı da metalaştırmanın dibini buldu. Yazar da bu hiper-metalaşma sürecinin önemli halkalarından birisi haline geldi. Eski kitaplarla zamane kitaplarının arka sayfalarını bir karşılaştırmak yeterli. Artık herkes o kapağın altındaki metnin ne olağanüstü, ne aykırı, ne duyulmamış bir nane olduğunu duyurmak için yetkili-yetkisiz mercilerin sözlerine başvuruyor. Amaç tüketicinin (okur değil) satın alma güdüsünü harekete geçirecek, hedef kitleye en uygun sözcükleri seçerek malını çoksatar yapabilmek. Bir de yerli kitaba yabancı bir referans verebiliyorsan şahane! “Avrupa’yı sarsacak yeni Türk yazar, uyuşmuş beyin kıvrımlarınıza Boğaz’ın nefis havasını üfleyerek bedeninizi dinamitliyor!” İngilizcede “Too good to be true,” diye bir deyiş vardır; Türkçeye, “Gerçek olamayacak kadar iyi/harika/mükemmel” şeklinde çevirebiliriz. Saftirik âşıkların aşkın ilk safhasında sevgilileri için henüz kokmuş çoraplarını, ilkel kıskançlık krizlerini, ana-baba travmalarının kalıntılarını tanımadan önce hissetikleri duygudur bu. Artık çoğu kitapla ilgili tanıtımları, arka kapak incilerini okuduğumuz zaman hissettiklerimiz buna benziyor. Zamane yazarlarının hepsi klasik olmaya aday mükemmel metinler kaleme alıyor, başımız dönüyor mükemmellikten. Zaten kitap tanıtımı da bir endüstri haline geldi…
Abartmanın sakıncası ne? Şu: beklentiyi çok yükseltiyorsunuz. Konu mesela cep telefonu değil de kitap olunca işler karışıyor. Ekran büyüklüğü, efendim piksel sayısı, arka ön kamera konularında manipülasyon yapamazsınız. Ama bir metnin çığır açıp açmadığını, yeni bir tür yaratıp yaratmadığını, edebiyat dünyasına bir bomba gibi düşüp düşmediğini cetvelle ölçmenin imkânı yok. Bunlar kitabı hiç eline almamış metin yazarının, yazarı çok seven isim sahibi eşin dostun, kitabı okumamış yayıncısının ifadeleri olabilir. “Buna şu kadar piksel dediler, ama o kadar değilmiş” diye gidip kaymakamlığın tüketici masasına şikâyet edemezsiniz; düşeceğiniz bir sonraki tuzağı beklersiniz kuzu kuzu.
Rakıyı karanfille içen bilge
Ömer Faruk’un Yarabıçak adlı, Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları alt başlıklı, denemeler toplamı olduğu belirtilen kitabı da, erkenden başlayan “kitap çıkacak” haberleri ve köşe yazıları da, kitabın iddialı ismi, arka kapak için özel yazılan metni ve başına eklenen uzun sunuşu da merağımı celbetti ve bünye bu kadar gaz alınca da heyecanlandım. İnsan heyecanlanmaz mı? “Hayata dair temel soruların kökenine hikâye, şiir, şarkı, sinema ve felsefenin içinden geçerek” ineceğim vaat ediliyordu. Ayrıca, “Ömer Faruk’un son derece cüretkâr metni cevapları değil, yeni soruları doğuruyordu.” Ve “Yarabıçak özgürlüğün bir durum değil, bir pratik olduğunu ve bu pratiğin hedef aldığı sınırların nesnesi olmak ile öznesi olmak arasındaki sinsi geçişliliği görmek ve hatırlamak için dikkatle okunması gereken çok katmanlı bir metindi.”
Öncelikle alt başlığı unutunuz: Öyle bir şey yok. Devrimcimiz bir banka soygunu planlamış ama fiilen gerçekleştirmemiş. Dolayısıyla devrimci bir maceraya ilişkin anılar canlanıyorsa gözünüzün önünde, olayın bankada geçmediğini söylemek zorundayım. Öte yandan banka soymamış, ama soyduğunu düşünmemiz istenen devrimcimizin “itirafları”na da pek rastladığımı söyleyemeyeceğim. Daha çok, rakıyı karanfille içen bilge adamın, banka soygunu tasarlamış, ama eyleme katılmamış kaçak devrimciye önce Boğaz kıyısında, sonraki yıllarda da evinde çektiği söylevler söz konusu olan. Dolayısıyla hem banka soymamış hem de pek bir şey itiraf etmeyen bir devrimci söz konusu metinde. Daha sonra hayatını bu düzende nasıl idame ettirdiğini, söylemine uygun bir yersiz yurtsuzluğu, göçebeliği eyleme geçirip geçiremediğini de öğrenemiyoruz.
Deleuze-Guattari ve Çingene açılımları elbette ilginç ve yararlı. Vurgulamak istediğim de bu; bu ilginçliği ve yararlılığı abartırsak, zararlı kısma geçmeye başlıyoruz. Şunu düşünmeden edemiyorum: Daha mütevazı bir başlık atılsaydı, kitabın içinde ve dışında metne yönelik bu kadar tantana yapılmasaydı ve ben kitaba metindeki sorgulamalarla uyumlu bir sadelik ve içtenlikle başlasaydım, acaba daha yakın hisseder, daha çok sempati duyar mıydım? Eleştirip sorguladıklarını iletirken cılkını çıkarmasa daha sahici bulmaz mıydım? Muhtemelen öyle olurdu.
Özellikle gençlere tavsiye ediyorum kitabı. Deleuze bahsinde daha yetkin hissedenlerin ise kendilerinin karar vermesi en doğrusu.
15.12.2014, Sabitfikir
Yarabıçak:
“Merkezî Havlayanlara” Karşı
“Aşağı Doğru Tırmananlar”
Levent Şentürk
“Ömrünü mutfak ve tuvalet arasına döşenmiş bir boru gibi geçirenler yaşadıkları hayata ne ad verirler?”
Yarabıçak, s. 139.
“Marighella’nın, buluşmalara tam vaktinde gelen, her yüzü hatırlayan, yazılı evrak kullanmadan haberleşen, konuşulanları unutmayan, hızlı karar veren, namluya sürülmüş mermiyle yaşayan, sürekli gözü kapıda, pencerede olan… diye tarif ettiklerine benziyordu.”
Yarabıçak, s. 85.
“…sahip olma gibi şifasız bir hastalığa tutulmuş, bir türlü iyileşemiyor. Oysa sahip olmak için harcadığı çaba yerine zanaatkârlığı ve zarafeti tercih edebilir, iyileşebilir…” “…ufkunuz yoksullukla, paylaşmakla sınırlı; esas sorunun yoksunluk olduğu aklınıza bile gelmiyor, yoksun insan ne kendini, ne kullandığı aracı ne de ilişkilerini yaratabilir.”
Yarabıçak, ss. 104, 105.
Yerleştikçe, ihlali daha çok düşünürüz; yerleşik-olmayanın belli bir şeyi ihlal etmeye odaklanması gerekmez. İhlali yerleşikler takar kafasına; her anı bir şeyleri ihlal etme üzerine kurulu olanlar zaten özgürdür. Yarabıçak: “Kendi düşen ağlamaz”; kurulu düzeni, farkında olmadan, bir ucundan inşa etmeye devam ederiz.
Yarabıçak: Şiir hariç, yetişkinlerin edimsel dünyası, ya yaranın ya bıçağın dünyasıdır. Yetişkinler, yarabıçağı düşlemsel olarak bilir. Çünkü pratik yaşamlarında hangisinin fail, hangisinin maktul olduğu birbirine karışan müphem bir imge yer bulamaz. Çizilmiş, şüpheye yer bırakmayan bir dünyadır bu.
“Hem yarayım hem bıçak
Tokat benim, yanak da!
Çark benim, çarka gerilmiş beden de!
Kurban benim, cellat da!”
(J. Starobinski’den alıntı, Yarabıçak’tan. Ömer Faruk. 2014. İstanbul: İthaki)
diye seslenen gamlı, varoluş karşısında dehşete düşen “bilge” kişi bir yetişkindir. Yarabıçak böyle kederli ve –Nietzscheci bir ifadeyle– olumsuzun sözleriyle değil de, bir çocuğun sözleriyle dile geldiğinde anlamını bulmuş olur. Hem neşeli, hem şizofrenik, hem kodlanmamış hem de unutkan; korkusuz, ölüm nedir bilmeyen çocuksal bir aktif gücün atılımı ve yaratıcılığıdır Yarabıçak.
Bir çocuğa bu imgeyi verin, bakın şairinizi ne kılığa sokar; imgeleminin kahkahalı ve şakrak utanmazlığıyla, nasıl yerden yere vurur gamlı, tövbekâr, mütefekkir şairi; yetişkinlerin saygınlık haritasından siler onu.
Yarabıçak kitabı provokatiftir; kendi alanım olan mimarlığı düşündüğümde; akademik hayatını “düz bir gelişim çizgisi” üzerinde geçireceğini varsayan öğrencilerin teorik derslerinde okutacağım sarsıcı, altüst edici boyutları olan bir kitap. Yerleşik hayatın üretim ilişkileri, değerleri, inançları, ahlakı, alışkanlıkları, dilleri, kodları, yazarın her sayfada hedef tahtasındadır; içinde öznelliğini üreteceği kodların kendine verilmesini bekleyen tasarım öğrencisi için bu kitap sert bir köksüzleşme talimidir.
Yarabıçak, sadece öykülerken değil; alıntılarken, fısıldarken, parantezler açarken, sorular sorarken, aktarırken de derinlikler yakalar. Banka soyan devrimcinin öyküsü (kitapta yazarın alt-benliklerinden biri) bunlardan en geniş olanıdır. Devrimci gencin yersizyurtsuzluğu da, ideolojik bağlanımının körlüğü de eleştirilir; örgüte bağlanımı bunca kökten, polisten kaçışı bunca kesin olmasa, onu mezarlıklarda, metruk evlerde, bekâr odalarında, ucuz otellerde, Perili Köşk’ün teras katında hangi güç yatırabilirdi, bilinmez; bu nedenle causasui bir göçebeden ziyade, kaderinde göçebelik olan bir tür tragedya kişisi gibidir.
Yarabıçak, kuramsal metinlerle bağ kurarken ve “çekiçle felsefe yaparken” nice vadilerin arasından geçer. Sözgelimi: Michel Maffesoli’nin Göçebelik Üzerine’sinden alıntılar yaparken (Bağlam 2011), Benjamin’den “bir şehirde yolunu bulamamak çok da bir şey anlatmaz. Fakat bir şehirde yolunu kaybetmek tıpkı bir ormanda yolunu kaybetmek gibi eksiksiz bir eğitim ister. Bir tek yaşamı belirsiz kabul edip öyle yaşamayı bilecek bir kendilik bu iradeyi gösterebilir” diye aktarırken (s. 41); “Venedik’te (kaçak) âşıklar suda (gondola, hareket edene, belirsizliğe biner, tesadüfü arar) yaşar; İstanbul’da âşıklar Boğaz kıyısında oturur, hareket etmez, belirlenmişe razı olur, suyu seyreder” (s. 42) derken; “Boğaz’ın köprüaltı hayatları yoktur, dip akıntıları vardır” diye eklerken; “göçebelik, başıbozukluk, macera, yaşama zevki, düş, asilik, aşk… yeni bir toplumsallığın güvenilir yapıştırıcılarıdır” (s. 42) derken…
Tanrıtanımazlığın çarpıcı manifestosuna, aynı eskatalojik şiddetle cevap verirken ve şöyle derken: “İtaatleri mabetlerinin çokluğu ve büyüklüğü ile ölçülür”(s. 43); özneyi “ifade eden, dönüştüren, varlığını dünyaya yansıtan, dünyayı kendi varlığının ifadesi olarak dönüştüren, kendi varlığını başkasının eline teslim etmeyen, ona sahip çıkan” diye tanımlarken; J. Kovel’in Tarih ve Tin’ini anımsatırken (2000. İstanbul: Ayrıntı Yayınları); gerçek mi kurmaca mı olduğu belirsiz Abdûlgaffar El Hayatî’nin “Boşluktan daha derin (= yoğun) başka ne var?” sözünü ve kitaba yayılan tüm sözlerini boş sayfaya kaydederken; Oruç Aruoba’nın efsanevi Yürüme kitabından alıntılar yaparken; harita ve krokiden söz ederken (s. 54); evcil ve vahşi karşıtlığını (birey-kişi, kopya-tip, taklit-figür) dile getirirken (s. 55) düşüncenin tekinsiz coğrafyasında arı gibi dolaşır ve hepsinden özgül bir nektar üretir…
Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanındaki karakter, devrimci gencin sevgilisi haline getirilir. Bununla da kalmaz, anlatıdaki devrimci, romandaki devrimcinin yerine geçer; iki hikâye birbirine eklemlenir. Hayatı kaymış münevver eleştirmen karakterinin argümanlarının, Raziye’deki çiftlik sahibi dayıyı eleştirmek için kullanılması bir başka katlanma noktasıdır. Bir noktada ana karakter diğerine Raziye romanını tavsiye eder; böylece anlatıda karmaşık bir katmanlaşma daha kendini gösterir.
Kitap herhangi bir sayfasından kolayca bu yeraltı sularına uç veren patikalarla okuru içine alır ama patikalar her seferinde başka görkemli oluşumları okurun önüne serdiği için, okur kaybolmak üzere yoluna devam eder.
Yarabıçak, esin kaynaklarını kaynakçasında paylaşmakla yetinmez; göndermelerini sayfası sayfasına serimler; ki okur metinlerarası bağlamı (yaylaları) ayrıntılarıyla yeniden oluşturabilsin. Bir yazarı sadece yazdıklarından değil, işaret ettiklerinden de var edebiliriz.
Öyle bir yazar düşünelim ki, tek sayfa yazmamış olsun; sadece okudukları var. Onun, altını çizdiği metinlerden müteşekkil, gayrimaddi bir pastiş olduğunu varsayabiliriz elbette; ama onun göçebe bir yok-kimlik olmadığını, dilsiz bir dilin sahibi, yokluğuyla minör bir edebiyat üretmiş bir yazar olmadığını söyleyebilir miydik? Böyle bir yazar, yaptıklarıyla değil de hiç yapamadığı şeyle, yazmayışıyla bir rizom oluşturmaz mıydı?
Yarabıçak’ta metin içindeki alıntılar tırnak içinde verilir, hangi kitaptan olduğu ve sayfası verilmez; bu da okuru keşfe teşvik eder; akademik referans alışkanlıklarının dışında bir tavırdır bu.
Yarabıçak anlatmıyor, ihlal ediyor. Çingenelerle benzerlik yakalamak veya yazma etkinliği vasıtasıyla taklit etme değil, ama bağlantı kurma, deneyimleme sorunu bu; ifadenin biçiminin bozulduğu, sayfa düzeninin dahi kaçıp gittiği, ama öte yandan karakterlerin ağzından zaman zaman başka şahsiyetlerin sesinin işitildiği, gerilla gibi düzensiz ya da başka bir düzende dövüşen, samimi olmakla birlikte gerçeğin bir kısmını belki hâlâ saklayan, hatta söylenenlerin ne kadar gerçek olduğunun artık önemsiz olduğu, çünkü doğruyu söylemenin artık hiçbir öneminin kalmadığı, kendi gerçekliğini yaratan, ihlalkâr, Çingene bir üslup.
(Fahrettin Ege. “İhlale davetiye: Yarabıçak”)
Yarabıçağa dair yukarıdaki alıntıyı, ifadelerini genişletmek için epigraf haline getirdim. Kitabı okurken ve sonrasında, kitabın ihlallerini, Çingene-oluş ufkunu, kitabın tasarımını, karakterlerini ya da Deleuze düşüncesinin kimi kavramlarıyla ilişkilerini ele alarak genişletmeler yapmayı deneyeceğim.
Kitabın ihlale yaklaşımı, kurulu düzenle ilgili. (Argın’ın önsözünde karşılığını “ihtilal değil ihlal” diye bulan yaklaşım.) Metin “ihtilal” dense, devrimsel bir “an”dansa ve bu “an”ın aşındırılma sürecindense, “ihlal”in mikro topografyasını ve sürekliliğini önerir. Kitabın varlığıyla hangi ihlalleri gerçekleştirdiği sorusuna çelişkili yanıtlar bulunabilir.
Sözgelimi, kitabın “mevcut piyasadaki kitaplardan biri olarak” hiçbir şeyi ihlal etmediği gibi bir kontratak da gelebilir; diğer taraftan, metinde aranacak ihlalin boyutlarını bir iç yolculuk, yazarın kendiyle ve benliğinin katmanlarıyla şifreli bir hesaplaşma gibi okumak da mümkün olabilir. Kitap, okurun önünde gitgide açılan derinlikleri sayesinde tutkulu okurlarına ulaşmış olabilir; kitap hakkındaki yazılar bu okurların erken yankısı gibi görülebilir. Bu derinliklere ikna olmayan ya da kolay yelken indirmeyen okur için ne yapılabilir? Bu okurlar için kitap ne söylüyor? Pençe savuran, tıslayan, yazarını kanlı yiyen okurla ne yapılacak?
Kitap Çingene-oluşu, kimlik verilerinin tamamından kapsamlı bir uzaklaşma gibi sorunlaştırmakta, sadece devletsizliğin bir biçimi olarak değil, beden ve neşe açısından da Çingeneliği öykülerken okuru kışkırtmaktadır. Çingeneliğin boyutlarını adım adım haritada gösterirken, ortalama, kiç Çingene imgesini zorlayan girişimlerde bulunur. Her ne kadar bu imgeyi kökünden değiştirmektense meşrulaştırmayı amaçlasa da, Çingeneliğe ilişkin değinileri, okurun kendi hayatıyla ilgili bir tartışma başlatması için yeterli olur. Bu tartışmayı Çingenelik etrafında değil, çok daha başka kaynaklar ve metaforlar etrafında yapmayı mümkün kılacak metinsel katmanların eksik kaldığını düşünebilecek bir okur grubu da mevcut olabilir. Bu tür okur, Çingeneliğe önyargılı da olabilir ya da burada kendi özgürleşme perspektifine yanıt bulamadığından yakınabilir.
Çingenelik meselesini azınlıklar, göçebelik kavramı ve Türkiye’deki reel-politik açısından gündeme getirmek önemlidir. Çingeneler görünmez bir azınlıktır, her kanattan politikacıların kimlikleri mezhebe ve etnik mensubiyete indirgeyen yararcı yaklaşımında adları geçmez. Onlar kimsenin oy deposu olmamıştır. Yazarın dramatik biçimde değindiği gibi, soykırımlarını bile kaydetmemiş, unutmuşlardır. Çingeneliği edebiyat bağlamında bile araçsallaştırmak olası gözükmüyor.
Bir başka konu, sayfa düzeni, kitabın parçacıl, hatta paramparça kurgusuna işaret eder. Kitap bir tür manüskri, bitmemiş bir taslak, geliştirilmeyi bekleyen bir dosya gibi (ABÇ: Altını Ben Çizdim) okurun önüne getirilmiştir. Ancak bu bitmemişlik, yolda olma, tamamlanmama ve okurun müdahalesiyle şekillenecek olma hali üzerine bir grafik tasarım girişimi mevcut değil. Bu da kitabın niyetiyle bütünleşemeyen bir boyuta işaret etmektedir.
Kitabın yazar tarafından yapılan tasarımında (bölümlerin sıralaması), metin katmanlarına zaman zaman ayrı birer katman olarak derkenarlar, alıntılar, sorular, tartışmalar ve dipnotlar eklenmesi, başka yapıtlara dair değiniler ve anlatımlar eklenmesi, kitabı “deneme”ye veya “türü saptanamayan bir varlığa” dönüştürür. (Web versiyonu düşünüldüğünde, hiperlinklerle donanmış bir metin söz konusu.)
Okurun kendi dipnotlarını, kendi itirazlarını, derkenarlarını; kendi çatışmalarını, hatta yeni karakterleri, anı ve olayları eklemleyebileceği boşluklu bir kitap fikri de geliştirilebilirdi. Tamamlanmamışlık/oluşum/yolda olma halinin sürdürüleceği bir grafik tasarımı olsaydı Yarabıçak’ın, yazar kitabı baştan sona dağıtmayı iyice abartabilecek ve kendi dışına doğru daha çok kaçabilecekti; böylece çok daha enerjik ve heyecanlı bir kitaplaşma süreci yaşanabilecekti iddiasındayım.
Bu durumda kitaba daha görsel girdiler yapılabilirdi; sözgelimi, çizgili bir felsefe-animasyonuna doğru gidebilirdi; daha karanlık ama daha pop bir karışım haline gelebilirdi kitap. Bu, yazarın eğilip bükülmeden anlatan dobra üslubuna da uyardı. Ama bunun tam tersine doğru da gidebilirdi; sözün ve sayfa düzeninin çığırından çıktığı, görselsiz, tipografik bir süreksizleştirme de yapılabilirdi. Her katmanı başka bir fontla ve başka sayfa düzeniyle kurmak, kitabın bireysel bir ansiklopedinin giriş cildi olduğunu açıkça gösterebilir, etkisini artırabilirdi.
Bildik bir yazı karakteri ve geleneksel, sürekli sayfa akışı tercih edilmiş. Böylesine ekli-büklü bir kitabı yassı, sürekli bir yapıya sahipmiş gibi göstermek potansiyelleri örtebilir. Katmanların her sayfada tek tek hissedileceği kasıtlı bozuşturmalar, ayak izleri, adım sesleri, devrimcinin kaçışı, bedenlerin kösnül birleşmeleri, bilgece çıkışlar, karakterlerin kapışmaları, bulanık âlemler, vb. kitabın tasarımına dahil değil gibidir. Farklı akışlara sahip uzlaşmaz metin türleri bir aradadır kitapta; bunu emek yoluyla yansıtmak gerekirdi. Bu, kitabın yanlış alımlanmasına, sıradanlık etkisine yol açmakta.
Diğer yandan, kitabın paramparçalılığının, alttan alta bütünleşmeye yönelmesini bazı okurlar,“yenilikçi bir yapı kurma arzusuna rağmen, bir bütüncüllük ve egemenlik dayatması” gibi okuyabilir. Kitap bu nedenle, “yolda olmaya değil, yolun sonunu ilk adımdan görmeye” yönelen bir metin gibi algılanma tehlikesi yaşar.
Metnin kendini çelmeleyişi, kendi öznelliğinden de vazgeçmeyi isteyişi takdire şayandır. Yolda olmanın kendinden başka anlamı yoksa, göçebeleşme menzilsizlikle, mühürlüyse, dahası bütün menzilleri anlamsızlaştırıyorsa, boşluk başlıca metinsel malzemeyse, kitap tasarımı önemli hale gelmekte, diye iddia ediyorum.
Kitap tasarımı konusuna bir başka yaklaşım: Uzayda bir yapı inşa edilecekse, yerçekimini temel alan bir inşa tektoniği kullanılamaz. Kıvrım mimarlığı bu nedenle ilk olarak uzay teknolojileri için kullanılmıştır. Hafif, katlanabilir, uzaya gittiğinde açılıp mekânlaşabilir, kendini oluşturan yapı deneyleri, kıvrım mimarlığının bu nedenle öncelleridir: Başka koşullar için başka bir inşai paradigmaya mecbur kalınmıştır. Ancak bu eşikten sonra dünyaya da uyarlanabileceği görülmüştür.
Yarabıçak, uzayda inşa edeceği yapıyı, yeryüzü koşullarında, yerçekimi kurallarına göre inşa etmeye çalışır gibidir. Yani uzaysal bir düşünceyi (Deleuze düşüncesini) dünya koşullarında imal etmeye çalışan bir hali vardır. Temel sorunu budur; konvansiyonel araçlarla, konvansiyon zorlanamaz; konvansiyonel olmayan, otonomik araçlarla gelenek zorlanır, değiştirilir, sarsılır, yerinden edilir; göçebeleşilir.
Karakterlerden hareketle kitabın ana kaygıları üzerine düşünmek mümkündür. Devrimci, soyguncu, redaktör, kontrbasçı genç ve otuz sene sonraki hali esas karakter gibi görünür; onun sofra arkadaşı, akıl hocası, çatıştığı dostu, işvereni, esas karakterin yaşamında belirleyici roller üstlenir; diğer taraftan, çalgıcı genç, Gülbahar hanım ve devrimci gencin hayali sevgilisi “Raziye” bir üçgen oluşturur.
Onların yaşantılarının, kitabın düşünsel bağlamını kuran yazarla bağları güçlüdür. Ama gerçekle ilgileri okunaksız ve güvenilmezdir; yazarın kişisel tarihiyle çarpıtılmış bağlar kuran anamorfik görüntüler olmanın ötesine gitmezler. Yazarın bu karakterleri imgelemesi, bizi geçmişe gönderdiğini söylerken bugünü anlatmayı güvence altına almak için bir kılıf da olabilir. Rakıyı Karanfille İçen Adam ve Banka Soyan (“Kamulaştıran”) Devrimci, 1980’lerde değil, bugün yüzleşiyor olabilir.
Karakterlere mesafe alındığını okur kuvvetle hisseder. Metin karakterlerle bütünleşmez, onlarla alay ettiği olur. Örgüt üyesi genç, kendini kitaplardaki ve filmlerdeki karakterler gibi hayal eder, onlara öykünür. Solla, bedensizlik ve hazzın yasaklanışı bağlamında hesaplaşılır.
Fahrettin Ege’nin yukarıda alıntı yaptığım makalesi (Mesele, Ağustos 2015) Yarabıçak’ı değerlendiren dört yazıdan biridir. Bu yazı, Deleuzecü kavramların geniş bir aktarımına başvurur. Bu anlaşılır bir nedene dayanır: Yarabıçak’ın yazarının Deleuze düşüncesine dair kapsamlı ilgisine. Kitapta bu ilginin doğrudan ifade edildiği bölümler bile vardır. Deleuzecü kavramlar Yarabıçak’ta geçer, işlenir, dönüştürülür, yinelenir. Kitap özcülüğe, devlet tahakkümüne ve her türden bağlayıcı güç fikrine kökten bir itirazla kaleme alınmıştır. Ama bazı okurlara cinsiyetçi ve özcü gelebilecek sayfaları da olabilir.
Yarabıçak’ı provokatif kılan sorularıdır. Bir kitabı provokatif kılanın ne olduğu üzerine de tartışmak gerek: Bana göre bir kitap, bir bütün olarak provokatif olabilir.
Provokatif bir kitap, çatıştığı ideolojiler karşısında aldığı tutumla, değindiği konulara değinme şekliyle birilerini kızdıran metin midir? Bu kadarını, istemeden de olsa her metin yapabilir. Salt içerik üzerinden provoke etmekte zorluk yoktur; söyleyeceğiniz “her” şey, teknik olarak, “birilerini” kızdıracaktır; bütün dijital sosyal medya bunun sansasyonel değeri üzerinde yükselmektedir günümüzde. Troll faşizmi için bu kadarı bile gerekmez, doğrudan salyalı bir hücuma uğrarsınız.
Sanat (Yarabıçak bağlamında edebiyat veya geniş anlamıyla yazı, deneme) söz konusuysa, provokasyon içerikle sınırlı kalmaz. Yarabıçak içeriğiyle minör edebiyatla bağ kuruyor; tasarımı ve kurgusu bakımından bu arzuyu beslemek gerekir; deneyselliğin bu arzuya katkı getirmesi mümkündür.
Yarabıçak üzerine yazılmış dört yazı var. (Fahrettin Ege: “İhlale Davetiye: Yarabıçak”; Ertekin Akpınar: “Yarabıçak: Bellek, İhlal ve İnfaz!”; Cemal Yardımcı: “Daha Çok İhlal” ve Hakan Atalay: “Abdalca bir Hayat: Yarabıçak”.) Benim okuduğum başka bir Yarabıçak’tı. Kitabın açtığı yataklardan ileriye doğu perspektifler almayı değil, bu yataklardan kesitler alarak başka olasılıklara bakmayı denedim.
Yarabıçak, iddia edilenlerden başka, dilin ve düşünmenin rasyonel sınırları içinde hareket etmiştir. Radikal veya irrasyonel bir zeminde konumlanmaz. Türlerin sınırlarında gezinen, herhangi bir türe kolayca dahil edilemeyecek derecede müphem bir yapıt olduğu yorumu zorlama kaçabilir bu yüzden. Kitabın anlatı, şiir, dipnot, soru/fısıltı, alıntı, derkenar, film anlatımı, epigraf, kurmaca epigraf, kaynakça, notlar gibi farklı metin biçimlerini kullandığı gerçektir; bu biçimsel tercihin metnin rizomlaşmasına veya göçebeleşmesine katkısı olması beklenebilir. Bölümlerin birbirine doğru aktıkları, aynı kaygıları paylaştıkları söylenmelidir elbette; farklı formlarına rağmen geçişkenliklerin titizce kurgulandığı da görülmekte.
Yazarı bu sözcüğü hiç kullanmasa da, bu türlerin kolajlandığını söylemekte sakınca yok: Edebiyatta kolajın olumsuz çağrışımları vardır nedense; mimarlık veya görsel sanatlar açısından kolajın böyle bir tınısı yoktur. Yarabıçak’taki kolajın fazla temkinli oluşu tartışılmalıdır esas; aklın sınırlarına doğru uç veren bir kolaj olmayışını sorunlaştırmak ve eli yükseltmesini talep etmek gerekir. Yarabıçak’taki kolaj, zaman zaman parçaları birbirine didaktik şekilde bağlamaya ve sözü dağıtmaktansa toplamaya hizmet edebilmekte. Sanattaki anlamıyla kolajın, imgeyi dağıtıp beklenmedik, yaratıcı, kastedilmemiş anlamları inşa etmek gibi doğurgan bir işlevi vardı.
Yarabıçak, kimi metin türlerini eklemleyerek kesintili bir akış yaratmakta. Kitabı üst-metinler kolajı haline getiren süreklilik, serbest müstezat bir akademik metin de kuruyor olabilir. (Bilgi verici sohbet, hocanın öğrencisiyle sohbeti gibi.) Her sohbette olduğu gibi burada da uzlaşmazlık kendini gösterir; metin kavramları tedavüle soktuğunda, teorik bir doğrulamaya dönüşmekte, yoldan güvenli bir durağa geçmektedir sanki.
Kitabın kuramsal gücü, kimi eleştirel güzergâhlarda yakaladığı derinlik ve skorerlikte (devlet, iktidar, biyosiyaset) kendini gösterirken, başka alanlardaki beklenmedik görüş kaybı nedeniyle (erillik, madun, kuir) skorun aleyhine dönmesi mümkündür.
Düzen ve düzensizliğe dair betimlemelerde kendini gösteren bir duruma işaret edilebilir. “Hapı yutmuş ortalama insan yekûnu” diye adlandırılabilecek güruhun özellikleri sıralanır: Düzenli işi, ailesi, evliliği, çocukları, evi, arabası, yazlığı, sigortası olanlar. Askere gidenler, emir alanlar, emir verenler, emeklilik planı yapanlar. (s. 46.) Arkasından, metin (dikotomiye başvurarak) bu sayılanların karşıtını, düzenin dışına atılmışları uzun uzadıya listeler: Fahişeler, katiller, hırsızlar, dolandırıcılar, evsizler, lgbti’ler, Çingeneler, kaçaklar, vb. Argın’ın sunuşundaki, “gölgeye dönüşen dışarlıklı uyarıcı” durumu burada kendini gösterebilir. Neyse ki metin bununla yetinmeyerek genç gerillanın kaçış çizgilerini, berduşluğu seçen üniversite profesörünün trajedisini derinlemesine çizer.
Kodlu dünya metinde bazen gayet şematiktir:
“Riske girmeden, bilinmezi göze almadan, kaybolmaya cesaret etmeden yapılan her yolculuk kod’un organize ettiği faaliyettir; paketlenmiş gösteridir, hayatını seyirci olarak sürdürenlere dairdir.”
Bir an bunun doğru olduğunu kabul edip, teleolojilerden biri olan şu “kod”la ilişkilerin en mutlak biçimini düşünelim: En az riskli, en bilindik, en tanımlı, en organize, en paketlenmiş ve en çok seyirci kalmaya dair bir edim içinde bir insan tekini düşünelim: İhtimal bir bitkiyi veya kadavrayı canlandırabiliriz gözümüzde. İnsana dair şeylerin kesinliği; sıkı tanımlı yaşantıların müzakereden, gerilimlerden, çelişkilerden, kirlenmeden, olumsallıktan, rastlantıdan azadeliği; kodlanmış dünyanın steril laboratuvar koşulları… Bunlar kesinlenemez. Bu da, arabası, çocuğu, sigortası, sıradan bir işi olan ortalama, “içi geçmiş” insanın her an bu kodlarla müzakereli, gerilimli, uzlaşılı ve isyanlı, dinamik bir ilişki içinde (Aruoba’nın Yürüme’sindeki, zincirleri her yerden eşit gerili olduğu için dengede durmayı başaran ironik özgür insan imgesi) olduğunu gösterebilir:
“Riske girmesek de risk içindeyiz; bilinmezi göze alsak da, almasak da bilinmezle sarılıyız. Kaybolmaya cesaretimiz olmasa da kaybolmaya mahkûmuz; her yolculuk kodun başlattığı, ama kendi içinde süratle çözünen bir faaliyetsizliğe döner; gösterileri kim paketlerse paketlesin, her paket yırtılıp tarumar olur, hayatı en uzak noktasından seyrettiğini sanan kişi bile kendini istemeden sahnenin ortasında en önemli rolde bulacaktır.”
Bu tersine çevirmeyle, kitapta derin sözleri alıntılanan bilge El Hayatî sahneye çıkar adeta. Metni sıradan bir kuramsal macera olmaktan, şeytani incillere merak saranların gönlünü eyleyecek (“Deleuze Aşağı Deleuze Yukarı” – Urban neonu) bir denemeye dönüşmekten alıkoyan güç.
Çingene ve Gace
“Yaptığınız hatalar müesses nizamın kendisini tamir edip, varlığını tahkim etmesine yol açıyor. Daha güçlü bir müesses nizamın oluşmasına neden oluyorsunuz.”
Yarabıçak, s. 96.
“Müesses nizam… kan ve acının gerekli olduğu konusunda ahaliyi ikna etmeyi becermiştir. Ahali bunu kabul etmiş, bu suça ortak olmuştur. Ya da sineye çekmiş, yasını tutmaktadır. … Müesses nizam tek başına kan ve acıyla varlığını sürdüremez, ikna etmesi, onu süslemesi gerekir. Varlığını uzun süreli kılmak için, ahaliyi bir arada tutması, beraber şarkı söylenmesini sağlaması lazım. Şarkı bunun araçlarından biri. Mimari öyle. Beslenme öyle…”
Yarabıçak, s. 97.
“ …Devlet kurarsan, vatan diye çırpınırsan sahipleneceğin bir şey olur. En önemlisi düşmanın olur. Bu sefer de sahiplendiğin şeyi korumak için uğraşırsın. Bayrak dikmek gerekir, milli marşın olur. Üniforma giyer, ordu kurar, para bastırmak zorunda kalırsın. …Bunlarla uğraşırken, kendini, bedenini unutursun. Müzik, dans aklına gelmez. Sevişmek devlet politikasının bir parçasına, üremeye dönüşür, …Bedenini devlete devrederek araçlaşırsın…”
Yarabıçak, ss. 146-7.
“Tarımın insanı toprağa bağladığını, hayvanları ehlileştirdiğini, verimi az canlı türlerini yok ettiğini, en önemlisi stok fazlası oluşturarak bir kişiyi diğerinden farklı kıldığını, bu fark üzerinden bütün devlet ve ordu mekanizmalarının kurulduğunu, dinin bu tahakkümün en önemli destekçisi olduğunu artık biliyoruz. Tarımla birlikte insanların da ehlileştiği, ehlileştirildikleri hayvanlara benzediği, böylece daha kolay boyun eğdiği biliniyor.”
Yarabıçak, ss. 160-1.
Pratikte, söz edilen göçebeleşme olanağına kimler sahip? Konumunu terk etmeyi düşünebilecek, okumuş-yazmışlar mı? Olduğu yerde derin yolculuklara çıkmak, teolojidir; metnin sonlarında dervişler ve abdallar bağlamında Deleuzeyen anlam, metin tarafından zorlanır ama bana kalırsa bu uzak bir yorumdur.
Slavoj Žižek, Sapığın İdeoloji Rehberi adlı kurmaca-filmde Titanik’i ele alırken,“Hollywood Marksizmi” diye bir olguyu açıklar. Bu, Hollywood’un sınıfsal ilişkilerin tasvir ve temsilinde müracaat ettiği ikiyüzlü bir tekniktir. Hollywood prodüksiyonlarında alt sınıfların neşesi ve kendiliğindenliği, kostüm sanayisinin pahalı gerçekçiliğinin zaferidir. Zengin üst sınıflar, normal koşullarda yörelerinden geçmeyecekleri alt sınıfların yaşantılarını Hollywood Marksizmiyle deneyimler. Ama bu vampirce bir yakınlaşmadır; zengin ve mutsuz genç kadın, fakir ve yetenekli erkeğin hayvansı alt-sınıfsallığını tüketene kadar devam eder; kadın eski neşesine kavuşur, geriye delikanlının donmuş ve okyanusun dibini boylayan cesedi kalır: Aşk, ölümsüzleşmiştir.
Yarabıçak’ta böyle olmaz: Devrimci kaçak gerillayla Raziye’nin hayaletinin muğlak sevişmesinde eşdeğer karakterler söz konusudur. Ama Yarabıçak’ta bir romandan yansıtılmış Raziye (gerilla gencin müphem sevgilisi) bedene kavuşamayıp hayalet düzeyinde kalır. (Elimizde, Gülbahar hanıma dair ifade edilmemiş bir kuşku vardır sadece: Yoksa Raziye o muydu?) Bu sevişme sahnesinde saf bedenselliği arayan bir yan vardır, stereotipik kadın-erkek imgelemini aşmaktadır. (s. 110). Düşsel sevişme sahnesi, hazzın düşe karşı zaferi, bedenin ve tenselliğin rüyaya galip gelmesidir (s. 119-120). Bu nedenle seksüel olarak bütünleşen bedene açık bir övgüdür. Bu yüceliğiyle tenselliğini aşarak yarı-dinsel bir anlam kazanmaya doğru yol alır ve maddiliğini tamamen yitirir. Metafizik bir hal alan tensellik, yaşam boyu taşınan bir anıya dönüşür: “Büyük Öteki” mi? İdeolojinin saf nesnesi mi? Gerçek kadının gölgesi; hiçbir kadının karşılayamadığı kadınlık özü mü? Yarabıçak’ın kuramsal gediklerinden biri, kuir [queer] araçlara hiç başvurmamasıdır; oysa arada bir boy gösteren cinsiyet veya öz sorununa çare kuir kuramda yatıyor olabilir.
Şükrü Argın, kitaba yazdığı “Devlet ve İhlal” başlıklı olağanüstü sunuşta, Descartesçı kuşku (dubito) ve düşünce (cogito) arasındaki gelgitli, çetrefilli ilişkiyi (Ulus Baker’den alarak) yeniden formüle eder. Kuşku duyarak düşünceye varan birey, düşündüğü varsayımından kuşku duymayı sürdürerek düşünmeye devam edebilir; bu içsel gerektirmeye involutio denmektedir. Kişi bundan yorgun düştüğünde kanaat ve inanç tarafından sarmalanmakta ve tahakkümün alanına düşmektedir. Argın Yarabıçak’ın “göç-eylediğini” söyler (s. 22); söz oyunu değil; göç ve eylem, göçebe düşüncenin ima edilişi; düz anlamıyla yer değiştirmenin ötesini ima eden iç göç… Göçle eylem, eylemle göç aynı şeydir.
Argın’ın Platon’un mağarasıyla ilgili anlattığı paradoks dikkate değerdir: Mağarada, yüzleri mağaranın çıkışına değil, karşısındaki duvara dönük olanlar, dünyayı değil onun yansımasını izlerken dışarıdan gelen ve onlara dünyayı işaret eden “kurtarıcı”yı, yavaş yavaş, duvardaki görüntüye karışan gölgelerden biri olarak algılamaya başlar. Paradoksal gölge, “dışarıya bakın” der, ama içeridekiler için duvardaki gölgelerden biridir ve bu yüzden etkili olamaz. Dışarıdan gelen, hızla içerinin gerçekliğince sarılır.
Argın, felsefe tarihinde “dışarıyı gösterenlerin” trajedisini böyle özetler; eninde sonunda gölgeler arasında yerlerini alıp normalleştirilirler. Bu şemayı sürdürerek, Yarabıçak’ta duvarın dışını işaret eden gölgeler var mıdır? Argın’a göre, kitabın ana sorusu, “yersizyurtsuz bir medeniyet mümkün müdür?” sorusudur: “Başka bir ifadeyle, yerleşik olmayan, insanın içine yerleştiği, kurulduğu değil de tam tersine insanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür?”
Kitapta Çingenelerin böyle bir medeniyetin öncülü olabileceği iması var. Dönüp “yersizyurtsuzlaşmaya çalışan, sistemin ta kendisi değil midir bugün?” diye sorulabilir mi? Bu konuda çarpıcı bir makale, Eyal Weizman’ın Duvargeçen’idir. Weizman, İsrail ordusunun bazı özel birliklerinin anti-gerilla ve kent savaşlarında kullandığı “göçebe” taktikleri anlatmaktadır. Bu özel birliklere Deleuze ve Foucault da dahil olmak üzere kapsamlı bir felsefe eğitimi verilmiştir. Terörle mücadele yöntemleri, gittikçe geleneksel-olmayan, otonom, rizomatik öldürme yolları bulmaktadır. Tüketimcilik boyutunda eterleşmek isteyen sistemdir; insanların içine eterleşmeyi bir arzu olarak yerleştiren de sistemdir: Kapitalizmin Deleuze düşüncesine (de) “arkadan yaklaşmaya” çalıştığı göz ardı edebilir mi? Fordizmden, siparişe göre üretime, stoksuz üretime geçilmesi de bunun parçasıdır; Drone kargoculuğu, 3D-print sanayi, download edilebilir uygarlık, açık kaynaklılık gibi unsurlar da. “Çingeneleşme” ufkunu tüm bunlar daha şimdiden zorlamıyor mu?
Sistemin (ordunun, dijital sanayinin, vb.) hepimizden önce Çingeneleşeceği açıktır. Biyopolitika boyutundaki, gen teknolojisi ya da nano-teknoloji alanındaki gelişmeler: Ya metne medeniyetin geleceği ve kurtuluşu gibi görünen Çingeneleşme, sistemin de gelecek düşüyse, hatta şimdisiyse?
Göçebe düşünceyi cisimleştirecek ufku Çingeneleşmekle eşitlemek, iyi bir çıkış noktasıdır. Çingenenin piyasa değeri bu çıkış noktasını tehdit eder çünkü piyasa değerine sahip bir unsurla minör edebiyat nasıl yapılabilir? Çingene imgesi nicedir “mağaradaki duvarda bir imgeydi; sanki ilk kez duvara düşüyormuş gibi” cilalansa da durum değişmez. Maddesiz, yasasız, ülkesiz, halksız; kısacası kodsuz bir yaşam formu üzerine düşünülecekse, günümüzün sanal âlemi de elverişli olabilir.
Çingeneliğe bakış, Çingeneliğin içinden gelebilir, gelecekse; Yarabıçak kitabı bu yüzden bir gace’dir. Abdal yahut Çingene üzerinden topyekûn ret yoluyla negatif imge yaratmak yerine minör politika yoluyla şunu da düşünmek olası: Çingenelik genetikse, “medeni”lerin, gace’lerin Çingeneleşme yolu kapalıdır; tabii reenkarne olmak dışında!
Kıvrıma dönersek, her kodun ilmeğinin bükülme yönünün tersini izleyerek kodu çözmek mümkünse, kodun yasakladığı yönde koddan zevk almak, mutlu olmak ve kodun ideolojisini bozmak mümkün olmalı. Çare, kentlileşmiş bireyin kodları ihlal edişinden duyduğu sapkın hazda değil midir? Çingenelik de bir toplumsallaşma formudur.
Abdallardan, üryanlardan ve sistemi reddeden dervişlerden söz eden metin, İslamın ve diğer tektanrılı dinlerin ortak kabulünden söz etmez: Bedenin ve seküler hayatın değersizliği, öte dünyanın yüceltilmesi ilkesinden. Bedenin önemsizleştirilmesinin, dervişlerle müminleri birbirine bağlayan güçlü bir kod değeri vardır: Öte dünya bir kez daha meşrulaştırılmış olur.
Çingeneleşmenin gace tarafından yazılmasındakine benzer bir sorun, Papalagi (Göğü Delen Adam) adlı klasik edebiyat eserinde de vardır. Papalagi, Samoa’ya beyaz yelkenli gemisiyle göğü delip gelmiş tanrıdır başlangıçta; mutlak üstünlüğü temsil eder. Ancak Tuavii bu imgeyi tersyüz eder ve halkına dünyeviliğini ve bir halk olma onurunu geri verir. Papalagi, Tuavii ismindeki Papualı kabile reisinin yirminci yüzyılın Avrupası’nı ziyaretini takiben yazdıkları veya dikte ettikleridir. Yarabıçak Çingenelere gace olarak bakar; bu konuda sağlıklı gözlem yapmanın bir metodu da yoktur zaten. Ama kendi toplumsal konumuna da aynı alaycılıkla ve sorgulayıcılıkla yaklaşır.
Tuavii için, Papualı olmayan sefil beyaz Avrupalılar kadar gülünç, ahmak, acınası yaratıklar yoktur. Bunlara Papalagi adını takmışlardır; tıpkı Çingenelerin kendilerinden başkalarına gace adını takmaları gibi.
Tuavii, beyazların kentlerinden kıyafetlerine, zamansızlıklarından mesleklerine, doğayla ve tanrıyla ilişkilerinden basına ve ekonomiye kadar öyle alaycı eleştiriler yapar ki, Batılı kendini ilk kez Batılı-olmayan birinin gözünde gerçekten de sefil ve rezil bir yaratık olarak duyumsayıp ezilir.
Ancak metnin bir hilesi vardır: Gerçekte Tuavii içeriden biridir; Papualı olduğu doğrudur ama Batılı bir eğitim almıştır ve iyiden iyiye Hıristiyanlaşmıştır; ancak bu sayededir ki, Papalagi’yi bu kadar içeriden eleştirebilmiştir. O kadar ki, kurmaca bir kişilik olma olasılığı da yüksektir; nihayetinde Papalagi’nin girişi ve sunuluşu tam bir Borges hikâyesidir.
Yarabıçak’ta Papalagi sorununa en çok yaklaşılan örnek, David Graeber’in “Gereksiz İşler Olgusu Üzerine” başlıklı makalesinden yapılan geniş alıntıdır (s. 151’deki 25. dipnot). Özetlemek gerekirse: Tarihsel olarak, büyük teknolojik gelişmeler, insana boş zaman olarak dönmez, yeni gereksiz işler çıkartılır, insanlar meşguliyet yoluyla kontrol edilirler. Boş zaman, hayaller, bedenle barışma, sevişme ve düşünme için fırsattır ve bu egemen sınıfların engellemek istediği bir şeydir. “Cehennem, hayatının büyük kısmını hoşlanmadığı ve özel yeteneğinin olmadığı bir işte geçiren insanların meclisidir.”
Eril Stereotipler
“Raziye ise doğanın uzantısı, toprağın parçası, ağacın yaprağı, çiçeğin kokusudur. Düşünmenin, anlamın ve tahakküm mekanizmalarının dışında yaşayan hareketli bir Çingene kadındır. Bedeninin düşünce ve anlam tarafından parçalanmasına izin vermeyen, kendi bütünlüğünü koruyan; doğanın rüyası olan, bu yüzden rüya da görmeyen biridir.”
Yarabıçak, s. 126.
Yukarıdaki alıntıdaki kadın (Raziye), erkek düşleminin ürünüdür, eril kodlarla donatılmış imgedir. Kadın bu eril çerçevede mutlaka doğayla özdeştir, bedenselliğinde doğanın “akılsızlığı” saflaştırılır, çünkü akıl erildir. Hemen arkasından gelen sayfada, bedenle doğanın özdeşliğini anlatan bir pasaj vardır. Bu pasaj, eski dillerin bedeni/deriyi bitki örtüsü için kullanılan kelimelerle özdeşleştirdiğinden bahseder: “İç ve dış ayrımı henüz oluşmamıştı, bedenin ruhu doğanın ve tanrıların ruhuyla iç içeydi, tinsellik bireysel değil kolektifti. Modernlikle birlikte… dokunmaktan giderek uzaklaşan tek tip beden devreye girdi.” Metin “dünyanın bu doğal derisinin bozulmasından”, “insanın derisiyle dünyanın derisi arasındaki doğrudan ilişki”nin koptuğundan, büyünün bozulduğundan söz ederek ilerler (s. 127). Sonra şu sözler gelir:
“Benim her yerim yüzümdür” diyen Hintlinin sömürgeci Batı’yla karşılaşana dek yüzü ile bedeni ayrışmamıştı, ayrıca bir bedeni olduğunun farkında bile değildi. (Belki de) o zamana dek sırtıyla dokunuyor, ayak parmaklarıyla düşünüyor, göbeğiyle şaka yapıyor, elleriyle görüyordu.” (s. 127-8)
Bu sözleri, cinsiyet rollerinin nasıl ayrıldığını anlatan pasaj izler; erkeğe verilen üstün ve kadına düşen ikincil roller betimlenir. Sonraki sayfada şu “fısıltı”lar gelir: “Parçalanmamış beden dolaysızdır.” Metnin başlangıçları, geçmişteki ideal/cennetsi tekvinleri düşlemeye çalışması, kitabı modernist tarih anlatılarında zaman zaman karşılaşılan özcü izleklerle tehlikeli bir benzerliğe sürükler. Buradaki ideal Hintli, “vahşi öteki”dir, tıpkı “Raziye” gibi. Açmaz şurada kendini gösterir: Bedenimiz iki yüzyıl önce modernizm tarafından parçalandıysa, nasıl oluyor da parçalanmamış bedeni kavrayabiliyoruz? Yoksa bu sadece bir adlandırma mı? Dolaysızlık ve dolaylılık bir tür üst-kurmaca mı?
Kitabın açılış sahnesinde, bir Kumkapı gecesinin toplu dans ayinine dönüşmesi anlatılır. Sonra bu durum, sokaktaki tüm masalara yayılır. Ortalama ahlaki normları aşan kolektif ihlal nasıl olmuştur? Kumkapı sahnesi, toplumun muhafazakâr eğlenme kodlarının “içinden” ve ona karşı yazılmış bir öyküdür. Çok sonra (s. 145, 150) dansla dikkat dağıtmanın da mümkün olduğu anlatılır. Çingene kadınların cepçi erkekleriyle birlikte gace’ler (Çingene olmayanlar) için tezgâhladıkları bir soygun taktiğini öğrenir okur. Burada “kod”u (kafayı bulmuş adamları) çözen ve yeni bir “kod” yaratan (kadınlar dikkat dağıtır, erkekler cüzdanları çalar) iki “molar” yapı söz konusudur.
Masada dans etmek, erkeklerin kadınlara zaman zaman tanıdıkları, cinsel enerjilerini açık etme fırsatı olarak, eril bir formdur. Masaya çıkan kadınlar, bir “ihlal” gerçekleştirirler ama gayet kuir bir manada: Sadece erkeklere değil, kendi cinslerine de. Ya erkekler, onların bu sahnede neredeyse görünmez olduklarını düşünebiliriz. Tersini de düşünebildiğimiz bir esrime sahnesi bir sınıraşımı olurdu.
Ereksiyona dair, başka bir yerden aktarılan eğlenceli bir hikâye de vardır kitapta. Kadın yüzü görmeyen bir devrimci, hemşire kadın tarafından ameliyat öncesinde masaya yatırılır, kasıkları tıraş edilir; ereksiyon olmaya “zorlanır”. Devrimci utanç içinde kalır; sonra anlaşılır ki, bu, doktorla hemşirenin hakkında bahse girdiği bir kurgudur. Burada erkeklik meselesine dair “sert” bir alt metin vardır.
Tekrar Kumkapı’ya dönelim: Çingenelikle ilgili örtük sınıfsal bildirimlerden biri, Çingenlerin çalıp Türklerin ve Batılıların oynamasıdır; bu “kitabına uygun” bir esrime tiyatrosu kuran başka bir koddur. Formüle göre, alt sınıflar hep oynak, düzensiz, düzenbaz, güvenilmez, sınıfsız ve sınırsızdır: Siyah, Kürt, Çingene, kadın, Papualı, vb. olabilirler ama bu tanımı getiren şaşmaz biçimde Beyaz Erkektir. Çingene bu yanıyla klişe bir öğe olarak kitaba sızma girişiminde bulunur.
Dansın ve müziğin sokağa yayılmasını Çingene çalgıcı, “Hayatımda ilk kez görüyorum” sözüyle karşılar. Bu durum elbette “düşünülemez” değildir. Sırf artık birileri yasaklıyor diye, şenlik fikri düşünülemez hale gelmeyecektir.
Yarabıçak’ta cinselliğin konu edildiği bir başka bölüm, Michele ve Alex’in öyküsüdür (s. 49-51). Film anlatılırken, güçlü erkek/zayıf kadın klişesi devrededir.
Devrimci gencin Perili Köşk’te seviştiği hayalet, zihnindeki roman kahramanı Raziye ile, köşkün hayaletlerinden birinin karışımı da olabilir. Ama bu sevişme anısında kadının yüzü yoktur; saf beden ve dokunmadır (s. 134).
Bedenlerin Geleceği?
Bir an için, 2150’lerin insanını hayal etmeye çalışalım: Bugün için mutlak özgürlük denebilecek noktaya evrilmiş: Gayrimaddi, aylak, köksüz, neşeli ve mutlak şekilde özgür; sınırlardan kurtulmuş, kıvrak, konuşkan ve oyuncul. Ama bu bir menzil olamayacaktır; tıpkı bugünün geçmişin menzili olamadığı gibi. Hijyen, mülkiyet, gen, barınma, çevre, enerji gibi büyük sorunlar kimileri için tümüyle çözülmüş bile olsa, sistemin insanı evrilttiği bir yerdir bu menzil, bir serap. 2150’de insanların mekânın sabitliğinden kurtulacağını da varsayabiliriz. Bugünün binaları, kıpırtısız ve bedensel ritimlere yanıt üretemeyen malzeme ve sistemler olarak inşa ediliyor; yakın gelecekte bu değişecek gibi görünüyor.
Binaların (taşıyıcı sistem, kaplamalar ve donatılar olarak) su yatağı gibi gevşek ama istendiğinde de sert olabileceği, kalp atışlarıyla ve kan dolaşımıyla rezonansa girebilen, salınabilen dijital varlıklara dönüşeceğini hayal edebiliriz. Bu, biyopolitika açısından da makul bir menzil gibi görünüyor.
2150’de evinizde pencereden dışarıyı izliyorsunuz. Dışarıda rüzgâr var ve hemen önünüzde ağaçlar salınıyor. Gelecekteki evinizde, binanız sizin ağaca baktığınızı ve ağacın salınımını birlikte alımlayacak, ağaçla bedenin ritimlerini hesaplayarak size en uygun düşünsel ve düşsel konforu sunacak biçimde salınmaya başlayacak. Bu salınım, şayet istiyorsanız, deneyim olarak anında başkalarına çeşitli formlarda iletilebilecek. İstemiyorsanız, evinizin geri kalan bölümlerinde etkisiz kalacak. Rüzgârda ağacın salınması, evin iç duvarlarında tekrar-üretilmiş bir duyumsallık olacak. Rüzgârı hissetmek, sadece hava akımının bedendeki tensel ürpertisiyle sınırlı kalmayacak; malzemeler rüzgârsı ürpertinin birçok erotik biçimini üretip yüzeylerinden iletiyor olacaklar.
Aynı gelecekte, görsellik dokunmanın mutlak egemenliğine çoktan teslim olmuş olacak. Ağacın üzerinde dolaşan rüzgârın dinamiği, gündelik yaşamınızdaki en sıradan nesnelerin optimizasyonunu sağlayabilecek. Patafizik, geleceğin gerçek mimarisi haline gelecek. Kelebek etkisi, bir düşlem ve metafizik değil, ergonominin ana ilkesi olacak. Esenlik ve mutluluk biricik değer ama “iyi hesaplanmış” bilimsel değer halini alacak. Geleceğin mekânında, morfogenetik menzil, biçimle gözü büyülemek olmayacak. Esas menzil tenselliktir.
İpeğin havasal ve serin pürüzsüzlüğüne, insan teninin altında atan kalbin ve dolaşan kanın ılıklığının ritimleri karışacak; yeni morfogenetikipek, insanileşerek erotizmini kat be kat artırmış olacak. Kendi türüne dokunmaktan korktuğu ve insanın insana yabancılaştığı eleştirisinin altında yüzyıllarca ezildikten sonra, geleceğin teknolojisi, dünyadaki her şeyi insan dokunuşunun eşdeğerine dönüştürerek bu yükten kurtaracak. Bu sadece her yeni nesnenin tene insan-gibi dokunması anlamına gelmeyecek; insanın bedeni de kökten değişecek.
Her yeriyle gören, duyan, duyumsayan bir beden olacak bu; sömürgeci diskurda maduna atfedilenler, bu kez sistem tarafından bizzat uygulanacak. Bedenle duyumsamanın yeni pedagojisi, başlıca bilim, eğlence, oyun, eğitim ve faaliyet, hatta sermaye olacak. Yirmi ikinci yüzyıl, Lefebvreci bir yüzyıl olacak demektir bu.
Yeni süper-duyumsayan bedeninin bu yeni-Spinozacı yetilerini en iyi kullananlar, en büyük sosyal sermayenin sahipleri ve yeni ünlüleri, zenginleri olarak belirecek. Gelecekte organsız beden gerçek olacak; bedeninin her yanından istediği beden unsurlarını peydahlayabilen, tanrısal beden kurgusundan kurtulmuş “yeni ucube” gerçek olacak ama yalnız olmayacak.
Organsız bedenleşmiş olanlar, yeni koloniler oluşturacak. İnsan-olmanın tarihsel/antropometrik anlamıyla savaşan yeni elitlerdir bunlar. İnsanın tanrısal yüceliğini, güzelliğini ayaklar altına almakla suçlanıp en büyük nefretin hedefi olacaklar. Organsız bedenleşmiş yeni zümre, dev çene kemikleri, devasa gözler ve akla gelmedik başka yeni protezlerle ve organlarla ortalıkta küstahça gezinecek. Güzelliği tahrip, geleceğin üst-ucubesinin başlıca ahlaki başarısı olacak… Gelecekle ilgili şöyle bir olasılık da var: Neo-Spinozacı atılıma karşılık, bedenimizde öyle kökten neo-dijital köleleştirmeler yaşanacak ki, bunları bugün değil yaşamaya, duymaya dahil tahammül edemiyor olabiliriz. Bu köleleştirmeler tarihsel niteliği bakımından, tıpkı internet gibi geri dönülmez şekilde vuku bulacağı için, o koşullar altında bugünkü yaşam, esas köleliklerin daha gelmediği “özgür geçmiş” olarak anılacak. Gelecek yüzyıldakiler için belki de herkes bugün sandığından daha fazla Çingenedir.
[1] Yarabıçak’taki bir alıntıya gönderme: “Stanislaw J. Lec, ‘Başkentte köpekler bile daha merkezi havlar!’ der.”(s. 70). Bkz: Lec S.J. (1990) Hayır! Aforizmalar, Çev.: M. Aşçı, S. Eroğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[2] Yarabıçak’ta ss. 45-8’de anlatılan, bir Orta Avrupa şehrinde üniversiteyi terk eden felsefe profesörünün evsizliği seçişinin hikâyesine gönderme ve s. 49’da yankılanan fısıltı: “Bazı insanlar aşağı doğru tırmanmayı seçer…”
Cogito 82, Kış 2016
Yarabıçak:
Banka Soymuş Bir Devrimcinin
İtirafları üzerine…
Murat Bjeduğ
Bir kitabın eleştirisinin yazılması ya çok beğenilmesinden ve önemli bulunmasından olur; bu daha çok eleştirmenlerin işidir. Ya da sevilmesinden, içindekilerin okuyanı türüne göre zihin veya ruh dünyasına yaptığı katkılar, benzeşik düşünceler, imgeler yaratabilme potansiyelinin, hızla algılanabilmesinin verdiği hoşnutluktan, heyecandan olur çoğu kez. İçimden geçenler yazılmış, dedirten hoşnutluktur bu.
Yarabıçak, bir yere bitişme kaygısı taşımadığı için her iki perspektiften de ayrı bir yere konumlanıyor. Son otuz yılda, üzerine çook kelam edilmiş bireysellik sorunsalının, üç beş cümleden sonra bildik liberal sosuyla bulanmasına dönüşen vıcıklaşmasından iğrenir olduğumuz için türeyen duyarlığımızın prizmasından da bakınca, en etkili ve yetkin bir edebi çalışmasıdır diyebilirim.
İhlalci ve cesur!
Yani taş atıp saklanmıyor, aksine, omuz vuruyor ve geri adım atmıyor. Düşünsel, entelektüel namusu ile sazını çalıp sözünü söyleyen bir Abdal gibi yoluna revan olmayı öneriyor. Onun için çok güzel bir kitap Yarabıçak. Şükrü Argın’ın kaliteli sunuşu, Alp Tamer Ulukılıç’ın, bana Beatles’ın 1966 yılında çıkan ve tüm zamanların en iyi albümü listesinin üçüncü sırasında bulunan Revolver albüm kapağını hatırlatan çizimi, ilerleyen sayfalarda okuru nelerin beklediğinin işaretleri gibi. Başlangıçtaki o hoş sürpriz ve ardından gelen, edebi avangard da diyebileceğim, deneysel bir metin. Çok katmanlı bir deneme olarak değerlendirmeler de yapılmış. Tam da öyle.
Daha vira bismillah deyip ilk bölümün ilk cümlesinden başlıyor okurla iletişim kurmaya. Bu okur/ yazar iletişimi kotarılması zor iştir. Çünkü Yarabıçak’ın esas okurları ne ateşli çemberlerden geçtiler, neler görüp neleri yaşadılar?
12 eylül miladıyla başlayan muhafazakâr/neoliberal hegemonyanın sultası, devletlu reel politiker uygulamalardan sonra kaçınılmaz çöküşlerin ardından ütopyalardan kaçış, ama o kaçıştan sonra ikame arayışlarının o derin boşluğu dolduramamasının yarattığı iç sıkıntıların katlanılmaz boyutlara ulaşması, ilk kez tadılan yabancılaşmaya savunmasız ve hazırlıksız yakalanış, endüstriyel tüketim toplumunda mutsuzluğu artıran günlük hayatın bildik tarzlarda yaşanılmasının şizoid ve nevrotik halleri, alkolizmin sınırlarına varış, kozmik arayışların tılsımının çabuk sönmesi… ve nihayet kendini yeniden icat etme iradesinin kuytulardan zuhur etmesi. Yarabıçak’taki çok katmanlılık bu zaviyeden böyle görünüyor.
Yazar, roman ve öykü tadını değişik bölümlerde birbirinden kopmadan verebiliyor. Bir nevi yazınsal modülasyon ama füzyon değil. Aniden İsmet Özel’in dizeleriyle ya da Oruç Aruoba’nın şiirleriyle karşılaşılabiliyor. Çok da yerinde ve kitapta anlatılan ve okura aktarılan meramın bütünlüğünü pekiştiren, metni zenginleştiren dizeler bunlar. Ama şu metni biraz zenginleştireyim mantığıyla eklenmiş, dekor süslemesi değil o şiirler.
Biçem/üslup yepyeni, denenmemiş, alışık olduklarımızın dışında.
Kitabı bitirince gayri ihtiyari 80’lere gidiyor insan. 12 Eylül’le başlayan sanat ve kültürün itildiği izbe kuyudan çıkma çabaları içerisinde Ayrıntı Yayınları, Ivan Illich’ in Şenlikli Toplum kitabıyla hem şaşırtmış hem de heyecanlandırmıştı. Ardından peş peşe gelen kitaplar, Murray Bookchin, Rudolf Bahro, Robert Havemann, Jean Genet, Michael Foucault, Ursula Le Guin, Jack Kerouac… gibi isimlerin irkiltici kitapları geldi. Uzun sürmüş darbe sonrası entelektüel çoraklığın karabasanından yeni yeni çıkarken karanlığa alışan gözlere aniden tutulan projektörler gibiydi. Sendeledik. Gülümsedik.
Önemliydi: Diyarbakır Cezaevi’nde olanlar, Metris hakikatleri, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, SSCB’in çöküşü, gülümsemeyi bile unutturmuştu çünkü. Hele bir de Şairler Devrimi adıyla anılan Nikaragua’ da ki Sandinista devriminin sonrasında yaşananlar, melankoliyi diplere vurdurmuştu. Böyle bir ruh hali o kadar yaygındı ki iyimser olmak için hiçbir etken işlemiyordu. Bu kaotik dönemde Ayrıntı Yayınları, dünyadaki ekoloji ve feminizm alanındaki tartışmalardan ve gelişmelerden haberdar olmamızı sağlayan kaliteli kitaplarıyla da iyi katkılar yaptı. Bu çok cesurca hatta şövalyelere özgü bir gözü pekliktir. Sol Türkiye’de ekoloji ve feminizme hep mesafeli durmuştu. Anlamak için olsa bile çaba gösterilmiyordu. Gramsci bile ilk etapta bir kuşku paranoyasıyla karşılanmıştı. Marks/ Engels/ Lenin/ Stalin/ Mao ile iyice daraltılan çerçeveye kendini hapsetmiş anlayış, Gramsci’ yi sivil toplum teorisyeni diye yaftalamakta beis görmedi. Kozasına sığınıp oradan başını bile kaldırmadan Laclau, Poulantzas, Deleuze, Miliband, Derrida , Foucault, Murray Bookchin , Rudolf Bahro ve Frankfurt okulunun alayını çerçeve ışında tutmakta diretiyordu. Böylelikle ahlaki tutarlılık sergilenmiş oluyordu.
O kıtlık ve içedönüklük döneminde bu zenginliğin sunumu, Türkiye’nin olmayan entelektüel ortamına, varmış gibi, diğerkâmlıkla arz edildi.
O yıllardan unutamadığım ve Türkiye’deki muhalif ve parlamento dışı muhalif siyasal gelişmelere bakınca, zamanından önce çıkmış Marge Piercy’nin, Zamanın Kıyısındaki Kadın adlı romanı bugün bile çok güncel, hatta asıl bugün daha çok güncel. Yarabıçak, şimdi düşününce, daha o yıllardan işaretini vermiş, o romanlar, araştırma/ inceleme kitaplarıyla.
Yarabıçak, Ayrıntı Yayınları’nı var eden o şövalye ruhunun imbiğinden süzülen bir çalışma. Zorlu bir çabanın ürünü, zira, çok küçük bir dikkatsizlikte ya da birkaç yanlış sözcük kullanımında magazinel ve bir tür hedonizm iltifatları!? ile karşılanması işten bile değildi. Zaten kitap boyunca işlenen, örülen tema, bir tür yapı sökümcülük örneği. Metnin mimarisinde aksayan yan yok; aksine barok akla geliyor.
Cesaret, kurulu ve işlemekte olanla; iktidar ve alt iktidar nüveleriyle çarpışmayı göze almayı gerektirir.
Çoğumuz o politik indirgemeci anlayışın kötürümleştirici etkisine maruz kaldık. Nâzım/ Brecht/Mahsuni ve Stalin neyimize yetmiyor yargısı, insan aklının yaratıcılığına, üreticiliğine, dünyanın çeşitli yerlerinde, bizlerin de yaşadığı arayışlara çoktan başlamış ve kilometrelerce yol alınmış olduğunu hazmetmekte hep fren yaptırdı. 12 Eylül ile başlayan ve bugün Atatürk Kültür Merkezi’ni kapalı tutan, Can Yücel’in mezarını tahrip eden zihniyetin iktidarı, hükümetler değişse de kaya gibi derinlerde duruyor. Bu, güya iki karşıt cenahın görünmez bağlaşıklığının yol açtığı tahribat, zaman kaybı sosyolojik bir çalışmanın konusudur.
Karşı olunan yapıyı değiştirmek isterken, benzerini kurarak mücadeleye kalkışmak, derin statükoculuğun ta kendisidir. O eleştirilen kurumları –devlet dahil– ve ilişkileri kendi içinde ama farklı bir düzlemde yeniden üretmekten başka ne işe yaradı ? Adı ne kadar radikal çağrışımlar yaparsa yapsın, mücadele anlayışı isterse silahlı olsun; totaliteryanizmi de üretir, devlet aparatlarını kendi bünyesinde ihdas etmeyi de.
Çar/Okhrana/Stalin/Beria/Çeka / KGB geleneği, bugün Putin’ in de içinden çıktığı yapı değil mi? Putin her şeyin müsebbibi olarak daha geçtiğimiz günlerde, Lenin’ i gösterirken, merdi kıpti şecaat arzeylerken sirkatin söyler, meselini ikrar etmiş olmuyor mu ?
Yarabıçak, daha da derinlikli tartışabileceğimiz ama şimdilik burada kesilmesinin yerinde olacağı düşüncesiyle, kendi bünyemize bıçakla yara açma erdemini gösterdiği için bunu da zarif bir edebi estetikle, çoğul okumanın getirdiği geniş kültür ile üretilmiş olduğunun altını çizmek gerek. Yoksa çoktaaan unutulmuş, ama benim hiç unutmadığım, Sandinista gerilla önderlerinden Omar Cabezas’ ın, 25 yıl evvel yayımlanmış Dağdan Kopan Ateş isimli şahane kitabının en muzır ve eğlenceli bölümü Yarabıçak’ ta nasıl yer bulabilirdi?
John Lee Hooker, Blues müziğinin hem en modern hem de en özcü sanatçısıydı. Unutulmaz bir arşiv bıraktı. Bu arşivde Hobo Blues isimli şarkısının yeri ayrıdır. Hobo, alt kültür jargonunda işsiz, güçsüz, aylak anlamına geliyor. Yani serseri, evet!? gezgin, göçebe; bir yerde sabit yaşamayan, üstü açık tren vagonlarında sürekli seyahat eden, sabit bir işi olmayan, şarap ve ekmek parasını çıkarmak için çalışan insanlara verilen kategorik bir adlandırma. Yarabıçak, tema olarak bu gezgin ruhu farklı optiklerden anlatırken, blues ve John Lee Hooker/Hobo Blues ile daha çıplak bir yüzleşmeyle karşı karşıya getiriyor okurunu. Yarabıçak’ a çok uygun düşüyor, Hobo Blues.
Yorucu ve ağır bir hesaplaşma sonrasında, artık ilmeçerlerini söküp atmış, ferahlıkla kaleme alınmış açık uçlu ve dürüst bir kitap. Ömer Faruk, kendisinin kaçınacağı, icabet etmekten yer yer ve ince ince imtina edeceği önerilerde bulunmuyor; çağrısını yaparken zaten artık o yolda epey mesafe kat etmiş olmanın getirdiği berrak bir akıl ve kendine özgü bir romantizmle sesleniyor. Sahiciliği, samimiyeti burada. Mizahı da atlamıyor. Mersin’e mahsus rakı mezesi kaya koruğu bile İstanbul’da bir rakı sofrasının mezeleri arasında yer almış. Bırakın İstanbul’u, Adana bile bilmez kaya koruğunu. Bir meze tabağı kaya koruğu adama binliği portakal suyu gibi içirtir. Gerçi kitabın son bölümünde Corvus şarabı önerilmiş ama kitapta rakının gözüne gözüne vuruyor kahramanlarımız. Kitabın sonlarında okunurken çeşitli destekleyici önerilerde bulunulmuş; kırmızı Corvus şarap içilmesi de listede var. Bir kuşku uyandı içimde: Asteriks’ ten biliyoruz, Romalıların ezeli düşmanları Galyalılardır.
“Lucius Furius’un komutası altında Galyalılara karşı harekete geçince bir Galyalı Romalılar arasından en iyisine meydan okudu. Tribunus militaris olan Marcus Valerius, düelloyu kabul etmiş, silahlarını kuşanıp meydana çıkıyordu ki sağ koluna bir karga kondu. Tam dövüşeceği sırada bu karga kanatlarıyla ve pençeleriyle doğru dürüst göremesin diye Galyalının gözüne vurmaya başladı. İşte Galyalı, Tribunus Valerius tarafından böyle öldürüldü. Karga Valeurius’a sadece zafer kazandırmakla kalmadı aynı zamanda ona kendi adını da verdi. Çünkü sonradan Valerius’a Corvus dendi. Bu başarısından dolayı yirmi üç yaşında consul yapıldı.” (Roma Tarihinin Özeti, Eutropius, çev.: Çiğdem Menzilcioğlu, s. 51, Kabalcı Yayınları, 2007.)
Bu Corvus şarabı önerisi ile gözümüze vurarak rakıyı görmemiz mi engellenmek isteniyor? – “Corvus” karga, demek oluyor da …
Şarap, rakı derken kitabın kesinlikle bir bohem nihilizmi vazetmediğini, aksine radikal bir mücadeleye dikkat çektiğini belirtmekte yarar var.
Kritiğini yazdığınız kitap zengin bir metin ise, benzeri yöntemle mukabelede bulunmak zaruri oluyor. Deneme deyince, son otuz yılda Murat Belge, Enis Batur ve Gündüz Vassaf akla gelir. Hak etmişlerdir de bu konumu. Ama önce Montaigne’in denemeleri elden ele dolaşmaya başladı. Deneme ile tanışma macerası Montaigne ile başladı, diyebiliriz.12 eylül miladını baz alarak bu tespiti yapıyorum. Ajit-prop dile alışkın dimağların, deneme türüne alışması kolay olmadı. Biz’den, Ben’e, Bana göre’ ye geçiş, itaat ve biat dil ve kültürünün girdabındaki insanlar için epey zahmetli oldu.
Ama Yarabıçak farklı bir mecra bulmuş: “Ama bizler… yeni, eşsiz, karşılaştırılmaz, kendi yasalarını kendileri koyan, kendi kendilerini yaratan insanlar olmak istiyoruz.”
Quarter Latin’ de, “Kaldırımların Altında Kumsal Var” sloganları ile kaldırım taşlarını De Gaul’ün polisine fırlatan 68’ li bir militanın ağzından çıkmış gibi değil mi? Değil, Nietzsche’ ye ait.
68 benim için, simgesel anlamda John Lennon’ ın Dakota binasının önünde vücuduna sıkılan beş kurşunla öldürülmesiyle, artık bitmiş oldu. Tabii bütün dünyayı etkileyen o tarihsel kültürel devrimin vedasının izlerinin silinmesi de uzun sürdü. O kuşağın çınarları dibinde yetişmiş çömezleri olarak bizleri de o vedadan sonra bir atımlık kalan barutumuzu en doğru şekilde kullanalım derken, şaşırtan izahı güç bir Gezi infilakı yaşandı. Bakıldığında orijinal Gezi çıkışındaki ana eksen tam da Nietzsche’nin bu özlü ifadesiyle örtüşüyordu. Bir yanda eskinin kendini yeniden icat etme arayışı beri yanda yeninin doğuşu ve ilk emeklemesinin yarattığı şaşkınlık. Yarabıçak bu kuşağa mı diyelim, kategoriye mi diyelim, iki kesime de hitap ediyor, seslenebiliyor. Artık yaşları 70’lere gelen 68’liler muaftır.
Yarabıçak bu yeni olgunun yönseme evre ya da eşiğin geçilmesinde önemli bir entelektüel katkı aynı zamanda. Hegemonyanın nihayet hedefe konma zaruretinin idrak edildiği bugünlerde, Chantal Mouffe&Ernesto Laclau’ un tezlerini yutarken, radikal demokrasiyi tartışırken, kelepçelerimizi söküp atarken, Deleuze’ ü, Derrida’ yı yeniden keşfederken, bu katkının değeri daha da önem kazanıyor.
Yirminci yüzyılda yaşananların deneyimi ve dersleriyle, 68’ i daha da kavrayarak özümseyerek, Gezi ile de bu iş daha bitmemiş duyumsaması ile, zehirlene zehirlene artık nelerden uzak durmayı belleyerek; “Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar! Kenzaburo Oe”, hakikati ile çarpışmanın güç iyileşen yaralarını sağaltmayı başarmaya ramak kalmışken, hayal gücüne eski dirimselliğini kazandırarak yola revan olmaya başladığımız yeni yolculuğumuzda, Yarabıçak, entelektüel bir neşter ile bünyedeki son safranın atılmasına da yardımcı oluyor.
Yarabıçak, altını çizmiş; Neşet Ertaş, Itri, Dede efendi bu yeni yolculukta eşlik edecekler; ekleme lüzumunu hissediyorum ki, Tanburi Cemil Bey de eşsiz dehasıyla hazır bekliyor.
Kapitalist sanayi toplumu ve neo- liberalizm, dünyanın her köşesinde insanları ortak ıstıraplarda buluşturdu. Bir şeylerin arkasına saklanmanın, itaat ve boyun eğmenin ödülünün asla onurlu bir hayat olmayacağını, itaatin boyun eğmeye, boyun eğmenin diz çökmeye evrileceğini pervasız bir küstahlıkla gösterdi.
Yeni yolculuk şenlikli geçecek.
http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/yarabicak-banka-soymus-bir-devrimcinin-itiraflari-uzerine,14090
Daha Çok İhlal!
Ömer İzgeç
Geçtiğimiz aylarda, uzun yıllar Ayrıntı Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini üstlenmiş olan Ömer Faruk’un Yarabıçak isimli deneysel metni yayımlandı. İçinden mitoloji, felsefe, sinema, şiir, şarkı ve siyaset geçen bu deneme-roman diyebileceğimiz kitap, “Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları” alt başlığıyla sunuldu. Düzyazıdan şiire, oradan denemeye, söylenceye sıçrayan anlatı birçok konuya değinerek zihin açıcı bir okuma vaat ediyor. Kurgu kısmı, banka soymuş bir devrimcinin İstanbul’a gelmesiyle başlıyor. Sonrası bu devrimci gencin Mister Fa, Rakıyı Karanfille İçen Adam ve diğer renkli karakterlerle konuşmaları şeklinde özetlenebilir. Bir gece ansızın gelen Çingene kızı da unutmamak lazım.
Yarabıçak’ın mesele edindiği konulardan birkaçı göçebe kültürü, yersizyurtsuzluk ve bunlarla ilintili olarak medeniyet kavramı. Bahsi geçen yersizyurtsuzlukta kök halinde bulunulmakla birlikte hiçbir zaman kök salıp dallanıp budaklanmak hedeflenmez; yatay düzlemde yayılım ile iktidar konumlarından sakınılır. Metinde modernite ve medeniyet üzerine farklı kuramlardan ve okumalardan toplanıp damıtılmış, zenginleştirilip yeniden üretilmiş düşünceler sunuluyor. Bu tartışmalar türetimden öteye geçip zaman zaman özgün üretime varıyor.
Ömer Faruk, Deleuze ve Guattari’nin göçebe düşüncesine varmadan önce, türümüzün doğadan kopuşu ve kodlar yaratması üzerine akıl yürütüp, sonrasında inşa ettiğimiz medeniyet kavramını sorguluyor. Yabanıl topluluklardan, insan derisinin yeryüzünün derisinden, kabuğundan henüz kopmadığı, iç ve dış ayrımının olmadığı zamanlardan başlıyor. Medeniyetin inşası, sonrasında modernitenin ve nihai olarak şu anda içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin yayılmasıyla birlikte türümüzün topraktan, ormandan uzak düşüp kendine yabancılaşması kitabın farklı yerlerinde birkaç kez işleniyor. Parçası olduğu topraktan kopan insanın, tarım ile başlayan tahakküm macerası yer yer karakterler arası konuşmalarda, kimi zamanda kurgunun soluklandığı deneme bölümlerinde devam ediyor. Bu doğadan kopuşla günümüzün çarpık medeniyeti arasındaki bağ ise, insanın bitimsiz sahip olma ve diğer canlılardan farklı olarak stoklama olgusuyla kuruluyor. Öyle ki hayvanlar ve bitkiler varlıklarını sürdürebilmek için yeterli miktarda toprağa ihtiyaç duyarken, insan hep fazlasını istemiş. Tarımın insanı toprağa bağladığını, hayvanları zapturapt altına aldığını, verimi az canlı türlerini yok ettiğini, en önemlisi stok fazlası oluşturarak bir kişiyi diğerinden farklı kıldığını, bu fark üzerinden bütün devlet ve ordu mekanizmalarının kurulduğunu, dinin bu tahakkümün en önemli destekçisi olduğunu artık biliyoruz. Ömer Faruk, “Savaşlar hep bu daha fazlasını istemek yüzünden çıkmadı mı?” diye soruyor.
Topraktan kopan, kurduğu medeniyette yaşayan insan doğanın parçası olarak varlığını sürdüren bedenini, kültürün parçası olarak varlığını sürdüren beden ile değiş tokuş etmiş. Ömer Faruk, “Kim bedenim benimdir diyorsa boş konuşuyor” diyor. Bedenin doğal güdülerinin bile kontrol altına alındığına parmak basıyor. Toplumsal rolleri biçilmiş birlikteliklerde, devlet öncelikle toplumun en küçük yapı birimi olan ailede inşa edilmiş. Bu toplumun içinde yaşadığı kurulu ve yerleşik düzenin getirisi olan vatan, bayrak kavramları suni sınırlar çizmekle kalmamış, öteki kavramını palazlamış. Çizilen her sınırın, kendi etrafına bir duvar örmek olduğunun ayrımına varamayan insan kendi kodlarını yaratmaya başlamış. Devlet kuran insan, vatan diye çırpınan ve bunun uğrunda kan dökmeye ve bayrak dikmeye teşne, milli marş ile sermest olan bir tuhaf tür yaratmış. Bu, düşmanlar yaratıp sahiplendiği şeyi korumak için kendi cinsine ve diğerlerine, doğaya karşı acımasız, köklerinden kopuk bir tür.
Tam da bu noktada Yarabıçak, Çingeneler üzerinden yersizyurtsuzluğu ve göçebe düşünceyi tartışıyor. Çingenelerin bu tartışmanın merkezine konması tabii ki rastlantı değil. Öyle ki Çingeneler asırlardır bir devlet kurmamış, vatan gibi bir kavrama ihtiyaç duymamış, hiçbir zaman bayrakları ve de milli marşları olmamış. Kendi yarattıkları kutsalların kendilerini yönetmesine izin vermemiş, bir vatanın sınırlarını çizerken kendi hapishanelerinin duvarlarını örmemişler. Metindeki bir bölümde geçtiği gibi insanın büyük idealleri olmayınca geriye kendisi kalıyor. Bu bağlamda Ömer Faruk, eski Yunan’dan bu yana beden içinde hapsolduğu düşünülen ruhun, siyasi modernlikle beraber bedenin ve güçlerinin terbiye edildiği, itaatkâr kılındığı yer, bedenin hapishanesi haline geldiğine dikkat çekiyor. Sürekli seyir halindeki göçebe düşüncenin, kurulu merkeziyetçi yapıları yıkıp, kaçış çizgilerinden kendi yolunu bularak özgürlükçü pratiklerin izlerini takip edeceğini öneriyor. Toplumun sağlanması için hareketsiz bir düzen ve disiplin gerektiğinden, Ömer Faruk, insan köklerini aramak için sürekli hareket halinde olunmasını öneriyor.
Yarabıçak’taki yeni yaşam önerisi, başkalarının yönetmesine gerek kalmadan bedenine ve zihnine sahip çıkarak yaşamayı seçmekten, yaratılıştan gelen farklılıkları değişmez kabul etmekten vazgeçmekten, diğer canlı türleriyle kendini eşitlemekten geçiyor. Bu bağlamda günümüzdeki “hayvan özgürlüğü” hareketiyle paralellik kurmak mümkün. Faruk bu paralellik üzerinden gitmeyi tercih etmemiş. Oysa iktidar olgusuna yaklaşımıyla, tek ayağını bu akımla aynı merkezde sabitliyor. Yaşamda iktidar olma isteğinden vazgeçmek gerektiğini, aksi takdirde iktidarın varlığının vitrinini değiştirerek süreceğini söylüyor. Bu ise aslında hayvan özgürlüğü hareketinin sıkça başvurduğu, faşizmin ve her türlü ayrımcılığın üzerinde yükseldiği türcülük kavramıyla kesişiyor. Faruk bu tartışmalar sonunda ise sert bir önermeye varıyor. Onun bir parçası kalarak, bir bölümünü hedefleyerek medeniyetin yıkılmayacağını, yeniden türetileceğini söylüyor. Şu anki sistemin her geçen gün daha fazla eşitsizlik ve adaletsizlik yaratmakta, ekolojik krizi ve doğa bozumunu daha da harlamakta olduğunun bilincinde hudutsuz ihlali ve reddiyeyi öneriyor. Ömer Faruk, tahakkümcü iç ve dış kurumsallıkların hepsini hedef alıyor: tarım, şehir, yasalar, uzmanlaşma, hiyerarşi, sayı, din, dil, yazı. Tam da bu bağlamda Yarabıçak’ın sol düşünceye ve pratiğe de eleştirileri oluyor. Disiplini, iç dinamikleriyle devleti taklit etmekle kalmayıp ötesine geçerek daha itaatkâr insanlar talep eden bir örgüt modelinin iktidarın yeniden inşası olacağını söylüyor. Koşulsuz bir itaat ve boyun eğme üzerine kurulu bir yapıdan özgürlük ve eşitlik çıkamayacağını tartışıyor. Asıl sorunun “iktidar” olduğunu, örgüt ilişkilerinden başlayıp özel ilişkilere, kadın-erkek ilişkilerine kadar varan yaşamın her alanında iktidarın sorgulanması gerektiğini söylüyor.
Denize bakarken elindeki kadehi evirip çeviren Rakıyı Karanfille İçen Adam’ın, “Sizin medeniyet anlayışınızda kendini beğenmişlik, kibir var. Bilme derdindesiniz, olma haline geçmeyi düşünmüyorsunuz bile” sözleri, “Devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz” diyen Ursula Le Guin’i nefesini Boğaz’ın üzerine üflüyor. Zihinleri ve bedenleri sınırlarını korumak için değil, onları ihlal etmek için tanzim edilmiş, yüzlerce yıldır haritasız yaşamayı seçmiş Çingenelerin şarkıları bu nefese karışıyor. Ömer Faruk paranoyak köleliğe almaşık olarak “şizofren” göçebeliği öneriyor. Uygarlığımızın yıkılması gerektiğini, aksi takdirde bizim de yok olacağımızı fısıldıyor. Yarabıçak bu paradoks gibi davetkâr ve katmanlı.
Şubat 2015, Varlık
Yara’dan Bıçağa: Ömer Faruk
Seda Birkan
Kocam eline hangi kitabı alsa ona meylederim. Ona olan hayranlığımdan mı, onun kitaplarını okursam ona daha çok yakınlaşacağımı sanmam mı, bilmem. O ne okursa gözüm ona kayar. Bazen vapurda yanında oturanın gazetesini okur gibi, bazen de yanımda yokken gizli gizli kitabı karıştırır gibi, bazense kitapta altını çizdiği satırları okurken yaklaşırım ona.
Ömer Faruk’un son kitabında, ne kapak tasarımı, ne Şükrü Argın’ın çarpıcı önsözü ne de deneme türüne getirdiği yeni soluktu beni çarpan. O kitabı kocamın alması ve okumak için sıraya koymasıydı beni cezbeden. Dolayısıyla hiçbir önyargı olmadan okuduğum kitap bende inanılmaz derin izler bıraktı.
Öncelikle açıklamakta fayda var, Ömer Faruk’un Yarabıçak–Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları’nda, ne banka soymuş bir devrimci var ne de samimi itiraf. Devrimcimiz banka soymaya yelteniyor, fakat gerçekleştiremiyor ve kitapta ben herhangi bir itirafa rastlamadım. Yarabıçak, insanoğlunun binlerce yıl önce başlamış olan yerleşikliğe geçme tarihini “göçebe düşünce” üzerinden tartışmayı deniyor. Metnin içinden felsefe de geçiyor, şiir de, şarkı da, sinema da..
Kendi samimi itirafım ise; hiçbir deneme bana bu kadar yakın gelmedi.
Ömer Faruk, Yarabıçak’ta Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşüncesi” üzerinden aynılaşmayı, düzene bağlılığı, düzenin varlığını ve hayatımızdaki “kodları” sorguluyor. Kodlanmış kişinin, bulanık, kaygılı düşüncelerini ve suçluluk, kin, intikam duygularıyla kuşatılmış yapay yaşantısındaki kontrolsüzlüğünü tartışıyor. Ve bunu şu çarpıcı hikâyeyle taçlandırıyor: “New York’ta prime time programlarında hep aynı dakikalarda reklama giriliyormuş. Reklam başlar başlamaz herkes tuvalete koştuğu için kanalizasyon boruları patlamaya başlamış. Televizyonlara müdahale edip reklam kuşaklarını kaydırmışlar. Tuvalet saatlerimiz bile kontrol altında! Kim benim bedenim diyorsa boş konuşuyor, bedeninin doğal güdülerinin bile kontrol altına alındığının farkında değil demektir.”
Mister Fa, askeri darbenin ardından Ankara’dan İstanbul’a kaçmış, daha çok saklanmaya çalışan devrimci bir gençtir. Polisten kaçarak yaşayan Mister Fa, okuduğu polisiye romanların etkisiyle, saklanmak için en güvenilir yerin Boğaz’ın kıyıları olduğuna karar verir ve bir akşam Boğaz’da Rakıyı Karanfille İçen Adam’la tanışır. Bir gece kim olduğunu bilmediği, hırsız bir Çingene kadına rastlar. Banka soyguncusu devrimci, hırsız Çingene’ye âşık olur ve o geceden sonra hayatı değişir.
Metinde bir taraftan olaylar ve siyasi gündem anlatılırken bir taraftan da “Derkenar” ve “Fısıltı” yan başlıklarıyla çeşitli yazar, şair, sinemacı ve felsefecinin ( Marx, Adorno, Deleuze, Guattari, Ulus Baker, Cemil Meriç, Tanpınar, Kim Ki Duk gibi) eserlerinden alıntılar yer alıyor.
Yazarın metinde vurguladığı ve benim en çarpıcı bulduğum diğer mesele Çingeneler. Resmi dinleri, ulusları, ülke sınırları, orduları, milli marşları olmayan bir topluluk. Kimseyle bunlar adına büyük savaşlara girmemişler. Belli bir yere ve nesnelere bağlı değiller; dünü ve geleceği düşünmeden, anı yaşıyorlar. Eğlenceyi, müziği, dans etmeyi, içkiyi, gülmeyi seviyorlar, bedenleri ve zihinleri özgür. Yazara göre Çingeneler, kod’un dışına çıkmayı başarmış, yüzyıllardır iktidara karşı direnişini sürdüren ender halklardan.
Kısaca kitap, bir yerde sonlanmıyor, Ömer Faruk’un son derece cüretkâr metni cevapları değil, yeni soruları doğuruyor.
http.janneaugust.blogspot.com.tr201504yaradan-bcaga-omer-faruk.html
Savaş Makinesi Olarak Yarabıçak
Selin Önen
Deleuze günümüz denetim toplumlarını, disiplin toplumlarından ayırmaktadır. Foucault disiplin toplumlarının18. ve 19. yüzyıllarda bireyleri kapatıp kuşatan modern kurumlarıyla birlikte ayırt edildiğini belirtmiştir. Bu toplumlarda bireyler sürekli olarak bir kuşatma mekânından, diğerine (aile, okul, kışla, fabrika gibi) geçip duruyorlardı. Günümüzde ise artık disiplin bireyleri kapatıp kuşatmakla değil, “serbestçe kayan denetim” ile oluşturulmaktadır.
Deleuze denetim toplumlarında artık kurumların kapalı disiplin mekanizmalarından ziyade kodların yer aldığını tartışmaktadır. Bu kodlar, Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları kitabında özellikle Deleuze takip edilerek moderniteyi ve kapitalizmi sorgulayıcı biçimde tartışılmaktadır. Bu tartışmada bireyleri ve toplumları disipline edici kodların çeşitliliğinden söz edilmektedir. Ömer Faruk, bu çeşitliliğin aslında nasıl aynılaşmaya yol açtığını bireyin özgürlüğünün, bedeninin kodlarla nasıl dönüştürüldüğünü sorgulamaktadır. Ulus-devletleşme süreci, milliyetçilik, kapitalizm ve yerleşikliğin baskın olması bu kodlardan bazılarıdır. Ömer Faruk özellikle yerleşiklik ve göçebelik arasındaki zihin dünyaları ile maddi pratikliğin farklılıklarını felsefi söylemde ve disiplinlinler arası bir denemeyle sorgulamaktadır. Yerleşiklik ve göçebelik arasındaki en temel farklılık “düzen, iktidar, bağımlılık, otorite, yalan, tereddüt ve konfor yaratmaya elverişli” mülkiyet ilişkilerinde görülmektedir (s. 46). Rousseau’nun da belirttiği üzere göçebelikte sahip olma ve mülk ilişkileri bulunmazken, yerleşik yaşamda mülkiyet biçimlerine iktidar ilişkileri eşlik etmektedir.
Sürekli hareket halinde olan ve bir disiplin mekanizmasına tabi olmayan/olmak istemeyen bir halka güzelleme niteliğinde olan bu kitapta Çingenelerin, bireyleri ve toplumları baskılayan kodların üstesinden gelebilen yegâne bir halk olduğu ve bu kodların nasıl aşıldığı düşünsel yollardan tartışılmaktadır. Kitapta modernite, kapitalizm ve milliyetçiliği delip geçen bir halk olarak Çingeneler Deleuze’ün tabiriyle “savaş makinesi”ne benzetilmektedir: “Zihinleri ve bedenleri sınırları korumak için değil, sınırları ihlal etmek için tanzim edilmiş, yüzlerce yıl öncesinden beri haritasız yaşamayı seçmiş bir halk bu. Otoriteye itaat etmemek, boyun eğmemek için sınırları delip geçmişler, özgürlüklerini göçebelikte bulmuşlar” (s.174).
Deleuze’ü takip eden Ömer Faruk, yersizyurtsuzlaşma kavramını farklı şekillerde Yarabıçak’ta gösterir. Bu kavramın hayattaki pratikliğinin en yakınına denk düşen Çingenelerdeki göçebeliği Ömer Faruk şöyle tanımlamaktadır: “Özünde geleneksel felsefedeki ‘doğruluk’, ‘aşkınlık’ ve ‘tanrısallık’a karşı çıkmayı’, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme biçimidir’ (s.35). Ayrıca bu noktada, göçebeliğin kendine ait bir zihin dünyası olduğunu: dil, yazın, beden, zihin vb. her alanda tahakküm yaratan yerleşik kültürden ziyade bedenini doğanın bir uzantısı olarak duyumsayan, iç ve dış ayrımının olmadığı, bireyselden ziyade kolektif tinselliğin hâkim olduğu göçebe topluluklarının bu tahakküm mekanizmalarının üstesinden gelebileceğini düşünür Ömer Faruk.
Göçebeliğin modernite tarafından yasaklanılan ve ötekileştirilen bir kimliğe büründürülmesi ya da bu yaşam pratiğinin bir pastiş olarak doğaya geri dönüş arzusunun Çingene olmayanlar tarafından kültürel özcülükle değerlendirilmesi dışında, Yarabıçak farklı ve özgün açısıyla göçebe bir zihin dünyasının modernitenin kodlarını nasıl bozduğunu ve nasıl farklı bir zihin dünyası oluşturduğunu, düşünsel düzlemde ama dilin imkânlarını kodlara ya da metinlere sıkıştırmadan anlatmayı seçmiştir. Ömer Faruk, bir yandan moderniteyi Çingeneler aracılığıyla eleştirirken, diğer yandan belirsizliğin ve tesadüflerin yer alamayacağı planlı, kontrollü ve sınırsız konforlu bir yaşamı amaçlayan, duyumsamadan ziyade görselliği yaşamının başat öğesi haline getiren, haritasız, krokisiz yapamayan, sokaklarda kaybolmayı bile beceremeyen modern insanın zihin dünyasını da eleştirmektedir.
Modern insan tasnif eden, sınıflandırandır; zamanı ve mekânı bölerek ve parçalayarak hükmeden ve ona tabi olandır, iktidar ilişkilerini yaratan ve ona biat edendir; tanrıyı ve kapitalizmi getirendir: “İtaatleri mabetlerinin çokluğu ve büyüklüğü ile ölçülür. Tapındıkları oranda kendilerinden vazgeçerler. Vazgeçtikleri oranda kapitalizme teslim olurlar” (s.43). Ömer Faruk sadece disiplin ve itaati değil, bunları yaratan öznenin sistem içinde kendisini nasıl hapsettiğini de eleştiriyor. Bu kapatılma aynı zamanda zihinsel bir kapatılmadır. Diğer yandan yazara göre göçebe düşünce bedeniyle, duygularıyla yeniden özne olabilmenin bir yolu ya da diğer bir ifadeyle sınırları ihlal etmenin alternatifi olarak gözüküyor. Göçebe düşünce bir “savaş makinesi” olarak yeniden özne olabilmenin bir yolu olarak görülmektedir. Göçebe düşüncenin kendisi Deleuzcü anlamda öznelerin hareket etmeden savaş makinesine dönüşmesini, yaratıcılıkları ve kaygan zeminleriyle devlet aygıtındaki tüm hiyerarşik yapılardan kaçınarak yersizyurtsuzlaşmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla kodları ve sınırları ihlal edebilmelerinin ardında belirli bir ideolojiden ve belirli bir temsiliyetten ziyade, öznelerin bu yersizyurtsuzlaşarak kendi zihinsel koordinatlarını değiştirebilmelerinde yatmaktadır.
Ömer Faruk öte yandan sistem karşıtı muhalif hareketlerin mücadele araç ve yöntemlerinin de yerleşik ve modernist “kod”lar ile sınırlanmış olduğunu, bu nedenle “eşitlik, özgürlük ve dayanışmayı murat eden insanların zihinsel barikatlarını yıkarak işe koyulma vakti”nin geldiğini belirtmektedir. (s.177)
Yeni bir medeniyet mi gerekmektedir? Nasıl bir mücadele ve nasıl bir gelecek tahayyülü kurulabilir? Acaba kendimizi özgür ve yeni bir dünya arayışını hayal ederken bile kodlara sıkıştırıyor muyuz gibi sorular Yarabıçak’ta sinema şiir, felsefe, sosyoloji, siyaset gibi çok katmanlı okumalar aracılığıyla tartışılmaktadır. Her şeyden öte “savaş makinesi”ne dönüşen bir metinle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.
05.02.2015, Birgün
İhlal Çağrısı Olarak Yarabıçak
Semih Bilgen
Banka soymuş bir devrimcinin samimi itirafları alt başlığıyla İthaki tarafından yayımlanan Yarabıçak’ı bir solukta bitirdim. Sonra dönüp, durup düşünerek bazı yerlerini birkaç kez tekrar okudum. Bir iki gün sonra da üniversitedeki sosyal bilimci arkadaşlarıma, “Sıra dışı, özgün, içten, etkili, düşündürücü buluyorum… Kesinlikle duyulması, tartışılması gerekiyor. Keşke -tam da en olmadıkları/yapmadıkları şey ama- Çingenelerin bir örgütlülüğü olsa da el verseler…” diye kısa bir not yazdım. Kitap gerçekten değerlendirilmeyi hak ediyor.
Ana izlek, kapitalizmin hızla yok oluşa doğru sürüklediği doğa içinde var olma mücadelesi veren birey için yeni bir uygarlık anlayışı… 20’nci yüzyılın büyük düş kırıklıklarına yol açan modernist toplum projelerine alternatif olarak gelişen, Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin doğrultusunda, “göçebe düşünce” diye adlandırılabilecek, bireysel özgürlüğü temel alan anlayış kitabın tümünde belirgin…
Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı, Türkiye’nin bir yandan iç barışını oluşturmaya, sürekli kılmaya çabaladığımız, diğer yandan da dünyanın her yanını yangın yerine çeviren, ama yakın coğrafyamızı iyice kavuran, içinden nasıl çıkılacağı gittikçe belirsizleşen savaşlar ve iç savaşlar ortamında, devletler ve kendine devlet adı veren örgütler arasında bireysel varlığımızı yitirme tehlikesini her gün yeniden ve daha yakından algıladığımız bir ortamda yayımlandı.
Kitabın biçimi de içeriğinde öne çıkan “göçebe”liğe uygun… Yarı öykü, yarı deneme… Anlatı içinde anlatılar, öykü içinde öyküler sarmalı… Yazar “derkenar”larla, fısıltılarla, sorularla okuyucuyu uyarıyor, Oruç Aruoba’dan, Adorno’dan, Zweig’dan, ne denli gerçek bir yazar olduğu pek bilinmeyen Abdülgaffar el Hayatî’den alıntılarla kitabı zenginleştiriyor, dipnotlarla denemeyi gerçekten inandırıcı, bilgilendirici kılıyor… Hele kitabın sonundaki notlar, gerçek felsefe lezzetini pekiştiriyor.
Kişilerin çoğu isimsiz… Bir Mister Fa var, 1980’lerin devrimcisi, modernist kollektivizmden bireysel özgürlüğe, özgür aşka giden yolu, “… kişinin kendine, biricik yurduna, bedenine kavuşmasının yolunu” arayan… Bir Rakıyı Karanfille İçen Adam var, uzun ama etkili söylevler veriyor; hayat arkadaşı Çingene bilgesi Gülbahar Hanım’la tanışmasından sonra uygarlığın ulus devletler dışında, onlara rağmen gerçekleştirilebileceği anlayışını olgunlaştırmış, yaşamın sırlarını deşeliyorlar… Bir Keman Çalan Esmer Genç var, müziğin, neşenin taşıyıcısı, tam göçebe… ve bir görünüp bir kaybolan bir Çingene kızı, kitabın baş kişilerinden, ama rüya mı gerçek mi, pek de belli değil…
Yine Abdülgaffar el Hayatî’den şu alıntı kitabın özünü ortaya koyuyor: “Kişi bazen (kendi) ‘hayatın(ın) anlamı’nın altında kalır, ezilir. Bu noktada suç ne ‘hayat’ın ne de ‘anlam’ındır. Tümüyle kişinindir. Zira kişi kendini kendi yarattığı ‘şey’e, ‘hayatın anlamı’na kurban etmiştir.”
Ömer Faruk, bu kitapla kurbanın yarasını deşiyor. Kitap bıçak oluyor. Ama yazar kendisinin de aynı yaranın, aynı kurban oluşun parçası olduğunun tamamen farkında. O nedenle kitap Yarabıçak…
Kitap bir yandan bu düzenin böyle gitmeyeceğine, gidemeyeceğine tanıklık ederken diğer yandan da “Biz iktidara gelince her şey bambaşka olacak” söylemini yere vuruyor. İktidar olgusu başlı başına yaranın kendisi değil midir?
Besbelli birçokları Ömer Faruk’a saldıracaklar bu yapıttan sonra: Çingenelerin tarihleri boyunca ne devlet kurmuş ne de hiçbir devletin düzenini kabul etmemiş olmasını, bireysel özgürlüğün, doğayla barışıklığın temel olduğu bir toplumsal düzen(sizlik) içinde yaşayan bu halkın her yerde göçebe, her yerde dışlanan kimliğinin sürdürülebilir, kişinin biricik yurdu olan bedenine dönüş anlamına gelen varolma biçimi olduğunu savunduğu için… Sürekli dışlanmayı, ezilmeyi önerdiği için… Hep arayıp hiç bulmamayı hedeflediği için… Kanaması kesilen yaranın yok oluş anlamına geldiğini kanıtladığı için…
Ama Yarabıçak yazarına ve kendimize sormak gerekiyor: Göçebelik çaresizlik midir? Yoksa kendi varlığına kavuşmuş bireylerden oluşan bir toplum artık temsili demokrasi denilen şarlatanlığın yerine doğrudan/katılımcı toplumsal örgütlenmeleri koyamaz mı? Ya da en basitinden, bugünkü, verili varoluş biçimleri tek seçenek midir gerçekten? Herkesin sorduğu ama yanıtını henüz vermemiş olduğumuzu da tekrarlamak gerekiyor: Kapitalizmin götürdüğü yok oluş kaçınılmaz yazgımız mı?
Yarabıçak ile yola çıkmak, tartışmak, kavga etmek, şarkı söyleyip dans edip bir gün hep beraber göbek atmak; acılarla, hep kanayan savaş yaralarıyla, cinayetlerle çizilen çerçeveler ortasında ne denli anlamsız gibi gözükürse gözüksün bunun olanaklı olduğunu görmek mümkün değil mi?
egoistsokur.com
Yarabıçak: Filozofun Düş Arayışı
Süha Sertabiboğlu
Hani söyleyeceği çok şey birikmiş eski bir dostla karşılaşırsınız da, bir konuyu bitirmeden ötekine geçen, laflarının biri ağzında, biri boğazında konuşmasını dinlerken şaşkına dönersiniz ya, işte ben öyle oldum Yarabıçak’ı okurken.
Neresine bakacağınızı şaşırdığınız, rengârenk, tabir caizse Çingene bohçası gibi bir mozaik, tuhaf bir yapıt: Hikâye, deneme, manifesto, roman…
Genel biçim olarak Yarabıçak, “banka soymuş bir devrimcinin samimi itirafları” biçiminde niteleniyor. Banka soymuş devrimci, yani Mister Fa, kitabın öne çıkan kahramanı (daha doğrusu, kahramanlarından biri; kitapta daha birçok kahraman, bilgece sözlere kaynaklık eden daha birçok ağız var). Mister Fa, askeri darbenin ardından yeraltına inip kaçak hayatına başlıyor ve Boğaz’da gizleniyor. Takip edildiğini ya da yerinin tespit edildiğini fark ettiği her seferinde hemen otelini ya da kaldığı yeri değiştiriyor. Emirgan sahilinde, tanımadığı kişilerin çilingir sofralarına takılırken bir akşam Boğaz’da “Rakıyı Karanfille İçen Adam”la tanışıyor (bilgece sözlerin kaynaklandığı bir ağız da bu). Sonra bir gece, sahiplerinin kapatıp gittiği metruk Perili Köşk’te gizlice kalırken, adını bilmediği, hırsız bir Çingene kadınla karşılaşıyor, aralarında tutkulu bir sevişme, vahşilik sınırlarını zorlayan bir cinsellik yaşanıyor ve banka soyguncusu devrimci bu Çingeneye tutuluyor.
Kitabın bundan sonrasında genel olarak Çingene imgesinin ağırlığı hissediliyor. Çingene bir kızla, daha doğrusu, Çingenelerle sevişme, doğayla bütünleşmeyle özdeşleştiriliyor sanki; devrimcinin Boğaz’da gizlendiği günler de “köksüz, sapsız yaşamak”la.
Bu kitaba bir “Çingene güzellemesi” de diyebiliriz. Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin “göçebe düşünce”si Çingeneler somutuna yaslanarak savunuluyor ve göçebelik-yerleşiklik, tarım öncesi-tarım sonrası, devlet-devletsizlik, kurumsallık-başıboşluk, tekdüzelik-rastgelelik ikilemleri çok katmanlı, çok açılı, daldan dala konan bir metinle irdeleniyor.
Kitaba güzel bir önsöz yazan Şükrü Argın, kitabın “bıçaktan yaraya değil, yaradan bıçağa doğru” gittiğini söylüyor. Ben buna, dikkatimi çeken başka bir şeyi daha eklemek istiyorum: Kitapta birincil imge Çingenelikse, ikincisi de “su”. Kayık… su… Evrendeki su kavramı; katı-sıvı-buhar halinde su… Denizde giden bir kayıktan birden “su” kavramına, yani su katı ve buhar halinden, buzullardaki, denizlerdeki, göl ve nehirlerdeki suya dönüşüyor ve sonunda kayığı taşıyor ve… Katı-buhar-sıvı… Bu döngü böyle devam edip gidiyor suyun evrendeki döngüsünü hatırlatır bir şekilde… Venedik’teki taş binaların akar suyla ilişkisi, Boğaz akıntılarını seyreden İstanbullu sevgililer, altından başka, üstünden başka hayatlar geçen köprüler ve köprü üstü âşıkları (o güzel filmden bir enstantane); sıkça tekrarlanan “deniz dibi akıntıları” (henüz çözülemeyen, büyük kısmı karanlıkta kalmış insan ruhunun dış tezahürlerini ifade eden “deniz yüzeyine vuran görüntüler” metaforunu düşündürüyor bu); kayık “akış”a, (dip akıntısı) merak salıyor, zaman zaman dipteki akıntılara dönüşüyor… hep akan, devinen suyla ilgili kavram-imgelerin çokluğunun dikkati çekmemesi mümkün değil.
Bu kıpır kıpır, durmadan akan, akmadan duramayan metnin ortasında müthiş bir taş! (Miró): “Durağanlık beni büyüler. (…) Terk edilmiş sahildeki büyük bir taş; tüm bunlar hareketsiz şeylerdir, ancak benim aklımda büyük bir hareketi serbest bırakırlar. Sürekli olarak aptalca yer değiştiren bir insan için aynı şeyleri hissetmem. Denize girmek için sahile giden ve etrafta amaçsızca dolaşan insanlar beni bir çakıl taşı durağanlığından daha az etkiler.”
Ufukta bir bulut: Abdûlgaffar El Hayatî. Abdûlgaffar El Hayatî’ye “bulut” yakıştırması gerçekten yerinde, çünkü yıllardır yazarın Hayata Dair Meseleler adlı kitabını merak eden epey kalabalık bir hayran kitlesi var. Bu Mağripli yazarın bu denli yoğun bir hayat bilgisini edinmişken nasıl olup da kendini saklayabildiği başlı başına bir merak konusu. Umarız bu “bulut” daha sık damlar ve yağmuruyla gönlümüzü bir nebze olsun ferahlatır. Düşünce fukarası topraklarımıza düşen yağmur tanelerinin nefasetine bakar mısınız?
“Sınır önce zihinde oluşur.”
“Boşluktan daha derin (=yoğun) başka ne var?”
“Kalp kırılmadan kale yapılmaz!”
“Irmak ya göle akar ya da okyanusa. Göl durgundur, bekler ve maruz kalır; kısa yoldur, sınırları vardır ve geleceği bellidir. Okyanusu seçen ırmak durmaz, dolaşır, atlar, deler ve hep akar. Okyanus dalgalı, sınırsız ve meçhuldür. Çingeneler okyanusa akan ırmak suyu içmiştir.”
“Ölüme karşı gösterilen kahramanca cesaret yaşamaya dair duyulan korkaklığı gizler.”
Bu kitap kurulu düzene teslim olmuşların, Ömer Faruk’un deyişiyle, “yalnız kalmaya cesaret edemeyenlerin, karanlıkta yürüyemeyenlerin” pek hoşuna gitmeyecek bir kitap. Hem fiziki hem de düşünsel sınırlar içinde hapsolmak istemeyenlere ise bir övgü. Kapitalizmin, küreselleşmenin, kâr hırsının doğayı, insani değerleri yok etmesine karşı bir isyan çığlığı. Yolunu kaybeden, kaybetmek isteyen ya da karşısına çıkan her yola sapan başıboş bir yolcu gibi. Bir hücre mahkûmunun kaçış hayalleri sanki. Kitaba sinmiş bu. Ayrıca alttan alta, örtük bir melankoli de hissediliyor.
Yılların yayıncılık deneyiminden süzülmüş, hem filozofça, hem coşkulu, ritmik anlatım öğeleriyle dolu, yetkin bir dil; isabetli seçilmiş sözcükleri tam yerine oturan, tabir caizse tam on ikiden vuran bir metin. İç içe geçen bir çiçekdürbünü gibi.
Değerini yitiren, bir de Gezi’nin biber gazı gibi boğucu, bunaltıcı bir karanlıkla çepeçevre kuşatılıp nefes alamaz hale gelen ve gericiliğin meydanlarda böğüren, giderek daralan, musallat, yapış yapış prangasıyla habire sıkılan insan.
Evet, bu kitap bir itiraz, ama devrimci değil, dönücü; tarım öncesi döneme dönüşü savunuyor; düzene karşı bir kitap bu, fakat ekonomik düzenden çok, insanı doğaya yabancılaştıran düzene karşı bir itiraz.
Ama benim de Yarabıçak’taki bazı görüşlere itirazlarım var:
Birincisi: Bir Edirneli, yani Çingenelerin arasında yetişmiş biri olarak, yazarın da zımnen katıldığı, Çingenelerin hırsızlıkla özdeşleştirilmesini yanlış buluyorum. Edirne’deki Çingeneler hırsızlık yapmaz; hepsinin işi gücü vardır, ekmeğini kazanma mücadelesi veren proleterlerdir ve çalgı çalma yetenekleri ve çalıp oynama merakları dışında, Trakya’nın diğer yoksullarından pek farkları yoktur. Yani hırsızlık Çingenelerin doğasından gelen bir şey değil. İstanbul’daki Çingeneler hırsızlık yapıyor tabii, dara düşen insanın hırsızlık yapmasında hiçbir tuhaflık yok. Fakat İstanbul’da Çingenelerden başka hırsızlık yapan yok mu? İstanbul’daki hırsızlık olaylarının failleri konusunda bir araştırma yapılsa Çingenelerin azınlıkta kalacağından kesinkes eminim.
Ayrıca, Çingeneler de siyasi ve düşünsel yönden pekâlâ tutucu olabilir ve bir Oxford profesörü, gerek siyasi, gerek düşünsel yönden, gerekse yaşama karşı tavrıyla, Çingenelerin çoğundan daha göçebe olabilir.
İkincisi: “Hiç düşünmeden doğru kabul edip, tereddüt etmeden tapındığımız yazının tahakkümcü karakterine de dikkat etmemiz (…) gerek;” (…) “yaratıcılığımızı körelten, algımızı azaltan, duyularımızı sınırlayan yazı…” diyor yazar ve devamında da, “Neşet Ertaş gibi hemen yanı başımızda duran devasa bir sembol üzerinden yazıyı tartışabilir, hiç kitap okumadan yaratıcılığın doruğuna çıkmış (…) bu bilge âşık üzerinden yeniden düşünebiliriz” sonucuna varıyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, “yazı” olmasaydı Neşet Ertaş’ı tanıyamayacağımız gibi, Ömer Faruk’un bu fikirlerinden de haberdar olamayacaktık. Unutmayalım, insan eğitimle insan olur; eğitilmezse vahşi bir hayvan olur ki bunun pek özenilecek bir şey olduğu kanısında değilim.
Neyse, Yarabıçak, filozof bir yazarın, Ömer Faruk’un, Che Guevara’nın “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” kabilinden bir düş arayışı.
Aktarmadan yapamadığım müthiş sözlerden birkaçı:
“Yalnız kalmaya cesaret edemeyenler, karanlıkta yürüyemeyenler, uçuruma atlayamayanlar Tanrı’ya itaat eder; korkularını bastırmak için sık sık bir araya gelip birbirlerinden güç alır (…) mabet yaparlar. Tapındıkları oranda kendilerinden vazgeçerler. Vazgeçtikleri oranda kapitalizme teslim olurlar.”
“Ömrünü mutfak ve tuvalet arasına döşenmiş bir boru gibi geçirenler yaşadıkları hayata ne ad verirler?”
“Sahiplenme dilde başlar” diyor Ömer Faruk. Öyleyse, resmi dilin, hatta konuşma dilinin de dışında, argo ya da yeraltı jargonuyla yazılmış metinlerden oluşan yeraltı edebiyatına da “edebiyatın Çingeneleri” denebilir.
Öte yandan, keyifli bir metin bu; rakı masaları, közlenmiş patlıcan, lakerda, roka, fava… yaşamın tadı, kokusu, sesi var. Federico Garcia Lorca’nın “Aştık çalısını yolların/dikenini böğürtlenini” diye başlayan güzel şiiri var. “Fısıltı”lar, “derkenar”lar, Marx’tan, Adorno’dan, Ulus Baker’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Oruç Aruoba’dan alıntılar var, Kim Ki Duk’un Boş Ev adlı filmine hoş bir gönderme var. . .
Yaşamı düş, düşü yaşam kılmaya soyunmuş edebiyat gezgini Ömer Faruk, Yarabıçak’lı, dünyamıza hoş geldin, sefalar getirdin.
Aydınlık Kitap, 17 Temmuz 2015, Sayı:174
Devlet ve İhlal
Şükrü Argın
I am so afraid of people’s words.
They say everything so clearly:
And this is called dog, and that is called house,
And here is the beginning and the end is there
İnsanların sözleri beni çok korkutuyor.
Her şeyden öyle güvenle söz ediyorlar ki:
Bu köpek diyorlar, şu ev,
Burası başlangıç, ve şurası da son
Rainer Maria Rilke
Jean-Jacques Rousseau, “bir toprak parçasının etrafını çitleyip, ‘Burası benimdir!’ diyen ve kendisine inanacak kadar saf insanlar bulan ilk insanın medeni toplumun gerçek kurucusu” olduğunu söylemişti. Rousseau, bu cümlenin hemen ardından, eğer biri çıkıp buna itiraz edebilseydi, bu iddianın ardındaki sahtekârlığı deşifre edip çitleri tek tek söküp atabilseydi ve yeryüzünün hiç kimseye ait olmadığı hakikatini haykırıp, etrafındakilere, “Eğer bunu unutursanız mahvolursunuz!” diyebilseydi, insanlığın bunca cinnet ve cinayetten, bunca savaş ve katliamdan, bunca zulüm ve felaketten, bunca ıstırap ve gözyaşından kurtulabilecek olduğunu söyler.
Açıktır ki Rousseau’nun ilk cümlesi aslında bir durum’u bildirir, ikincisi ise dilek kipinde normatif bir cümledir. Biz bugün biliyoruz ki durum hâlâ budur ve o normatif dilek ne bugün ne de tarihin herhangi bir anında tam anlamıyla gerçekleşebilmiştir. İngilizcede (ve diğer bazı Batı dillerinde) “state” sözcüğünün aynı anda “devlet”, “durum” (“hal”), “belirlemek” (“sınır çizmek”) ve “belirtmek” (“ifade etmek”) gibi dört farklı ancak yakından ilişkili anlam taşıdığı göz önüne alınırsa, söz konusu state’in dün de bugün de ciddi bir ihlal tehdidi ile karşılaşmadan varlığını –görece– huzur içinde sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Şüphesiz söz konusu state (devlet/durum/sınır/ifade) tarih boyunca çeşitli ihtilal’lere maruz kalmıştır, ancak bunlar state’i kökten ihlal etmeyen, onu elden çıkarmaya pek yanaşmayan, sadece ele geçirmeye çalışan müdahaleler olmaktan öteye geçemedi. Başka bir deyişle, “Burası benimdir!” iddiasına karşı, “Hayır, benimdir!” iddiasını dile getirmekten başka bir şey yapmadılar, yapamadılar.
Kısacası, epeyce köklü ve kadim bir durum’la karşı karşıya olduğumuz açıktır ve zaten Rousseau da farkındadır bunun. Zira onun yukarıda andığımız sözlerinin asıl derin anlamının, “özel mülkiyet”i mümkün kılan “çitleme”nin çok daha önce başka bir yerde, dil’de gerçekleşmiş olduğu iddiasında, daha doğrusu imasında yattığını söyleyebiliriz. Öyle ya, “Burası benimdir!” diyebilmek için, bunu öncelikle dil’de ifade edebilmemiz, dil içinde diyebilmemiz ve aynı zamanda, bu ifadenin meramını tam anlamıyla ifa edebilmesi için, ötekilerin (yani “saflar”ın) dil’inde –yani söz ve kalbinde– de yankılanması, ikrar edilmesi gerekir. Gramerdeki “iyelik” hali ile dünyadaki “sahiplik” durumu arasında simetrik bir ilişki vardır çünkü. Daha da önemli olan nokta şu ki, “Çitle çevirdiğim bu toprak parçası benimdir,” diyebilmemiz için, çok daha önce dil’de, bu cümlede geçen her bir sözcüğün teker teker, itinayla ve ihtirasla “çitlenmiş” olması gerekir. Saussure’ün diliyle söylersek, uçsuz bucaksız langue toprakları önce parsellenip meskûn mahal haline getirilmeli ve sonra da belirli bir parole alanı çitlenip ele geçirilmiş olmalıdır ki, bu sayede dünya üzerinde de çitler çekip mülkler edinebilelim; daha doğrusu, etrafımıza bu mülkü bize bahşeden makul sayıda “saf” toplayabilelim.
*
Antik Çin bilgeliği “şeylere ad verme”nin insanın elindeki en büyük güç/iktidar olduğunu söyler. Doğrudur! İnsan parmağını uzatır ve işaret eder: Bu “ağaç”, şu “hayvan”, bu “insan”, şu “Tanrı”, bu “akıllı”, şu “içgüdüleriyle hareket eder”, bu “ölümlü”, şu “ebedi”… Böylece bütün kainatı adlarla, sıfatlarla, kavramlarla “çitler”, bu sayede kavrar ve/veya ele geçirir. Bir şeyin zihindeki tasavvurunun (idea) hızla elin tasarrufuna (kavram) bırakılması bu bakımdan epeyce manidardır. Bu demektir ki, insan tahayyül ettiğini ele geçirir. Sadece kainatı mı? Hayır, elbette kendini de…
Şu kadim Aristotelesçi insan tanımını ele alalım örneğin: Animal rational. Yani insan akıllı hayvan’dır. Ya da daha yaygın ifadesiyle, insan düşünen hayvan’dır. Bu cümlenin öznesi –hem gramer açısından hem de performatif olarak– açıktır ki Tanrı makamından konuşur. Zira Ulus Baker’in dikkat çektiği üzere, burada “insan”, “tür yaratıcı” (differentia specifica) bir terim (“akıllı”) marifetiyle bir varlık alanı (cins) olarak “hayvan”dan ayırt edilmiştir. Başka bir deyişle, “cins” parsellenmiş ve bunlardan biri, belirli bir “tür”, yani “insan”, “akıllı olma” ve dolayısıyla “düşünüyor olma” vasfıyla donatılıp “çitlenmiş”tir. Üstelik Rousseau’nun medeni toplumunun “akıllı”sından farklı olarak buradaki “akıllı”, “çitlediği” alanın civarındaki ağyarın ikrarına ve rızasına da muhtaç değildir. Tanrı makamından söz etmemizin sebebi de bu zaten. Zira burada “çitleme” Rousseau’nun bahsettiği türden bir ideolojik söylem aracılığıyla değil, deyiş yerindeyse teolojik bir ayet marifetiyle gerçekleştirilmiş gibidir. Şüphesiz tuhaf bir ayettir bu: Gönderen ile alan aynıdır çünkü ve dolayısıyla, Rousseau’nun dikkat çekmiş olduğundan çok daha büyük, çok daha karmaşık bir “aldatmaca” söz konusudur: “İnsan akıl sahibi, düşünen bir hayvandır,” cümlesinin öznesi, çitlediği mülkün bekası ve oradaki huzuru için bizzat kendi saflığına ihtiyaç duyar çünkü.
Baki midir bu mülk ve huzur? Şüphesiz hayır! İki temel sebeple. Birincisi, yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi, burada aldatan ile aldanan aynı kişidir: İnsan. Şu nisyanla malul olduğunu bildiğimiz insan… Kavram’ların, ad’ların bir nesneyi ötekinden ayırmanın insani, pek insani bir yolu olduğunu biliyoruz; ama Nietzsche’nin dikkat çektiği üzere, bu bütün bunların tam da söz konusu ayrımın kendisinin unutulmasıyla mümkün olduğunu da biliyoruz. Evet, elinizde (kavradığınız) bir nesne ve karşınızda, diğer elinizle itelediğiniz (ötelediğiniz) başka bir nesne vardır; fakat bunu mümkün kılan “ayrım” her halükârda unutulmuştur. Ya da şöyle söyleyelim: Her halükârda sizin elinizde kaldığı için, artık bir “ayrım” olarak görülemez. İki ülkeyi bir birinden ayıran, ancak sadece bir taraftaki ülkeye ait olan bir “sınır” tahayyül edebilir misiniz? “İnsan akıllı (düşünen) hayvandır,” tanımı işte bu imkânsız işi başarır ve tam da bu sebeple, kavrayışını unutuşuna borçludur, ele geçirdiğini elinden kaçırdığına borçlanmıştır, diyebiliriz. Dolayısıyla, kendi mülkünde asla huzur bulamayacaktır. Zira efradı ağyarının tehdidi altındadır. İkincisi ve asıl önemlisi, etrafı çevrilip mülk edinilen söz’ün mana ufku, müphem dil bölgesiyle, onun tekinsiz topraklarıyla, uçsuz bucaksız no man land’iyle komşudur ve oradan gelen hücumlara, sınır ihlallerine açıktır her daim. Söz yerleşik, dil göçebedir çünkü ve tam da bu sebeple dil asla söze boyun eğmez. Sözünüzü dile getirip herkese dinletebilirsiniz, ama dilin kendisine asla söz geçiremezsiniz, sözünüzü ona asla dinletemezsiniz. Üstelik bu çok da iyi bir şeydir aslında. Zira J.B. Pontalis’in bilgece altını çizmiş olduğu gibi; bizi “kavram”ın, “ad”ın, kısacası “söz”ün zorbalığından, işgalinden koruyan bu göçebe dildir. Kavramı ağyarıyla, dışlayıp unuttuğuyla yüzleştirip sarsan, onunla sonsuzca dalga geçen dil…
İşte o göçebe, alaycı dil; müphem, ıssız ve tekinsiz dil âlemi, bazen bize rağmen sözümüz üzere başka bir mana, başka bir hakikat fısıldar. Örneğin, biz, “İnsan düşünen hayvandır!” deriz. Dil’in ıssız topraklarında bu sözün vurgusu tuhaf bir biçimde yankılanır: “İnsan düşündüğünü düşünen hayvandır.” Kısacası, dil sözümüzü keser ve en azından üç farklı mana fısıldar bize:
(1) İnsan, düşündüğünü ve böylece diğerlerinden farklı olduğunu sanan hayvandır. Yani insanın düşünüyor olduğu kanaati ve diğer hayvanlardan bu bakımdan ayrılıyor olduğu inancı bir vehim, bir hüsnü kuruntu’dur.
(2) İnsan, düşündüğünün farkında olan bir hayvandır; tıpkı “ölümlü olma” gibi “düşünüyor olma” vasfını da tüm diğer hayvanlarla (canlılarla) paylaşır; ancak, onu ötekilerden farklı kılan bütün bunların farkında olmasıdır: İnsan, düşündüğünü bilir.
(3) İnsanın düşüncesi kendisiyle sınırlıdır; başka bir ifadeyle, insanın düşünme faaliyeti onun düşünme kapasitesi ile sınırlıdır. Ya da çok daha kışkırtıcı bir ifadeyle, insanın düşünme faaliyeti kendi düşünceler’i ile sınırlıdır. Kısacası, insanın düşünme kapasitesini aşan, düşünemeyeceği şeyler vardır.
Dil’in fısıldadığı bu üç farklı manayı biz tek bir söz’de, tek bir cümlede toplayabiliriz sanırım: İnsan her an düşüncelere sahip, ancak nadiren düşünen bir hayvandır.
*
Michael Ramsey’in, Platon’un ünlü mağara alegorisini yorumladığı The Cave adlı ilginç bir kısa animasyonu vardır. Ramsey burada Platon’un söz konusu alegorisinde küçük fakat manidar bir değişiklik yapar: Filozofumuz mağaranın dışına çıkıp gerçek dünyayı temaşa eder ve geri dönüp duvardaki gölgeleri seyre dalmış insanlara hakikati anlatmaya yeltenir. Ancak insanlar filozofu da duvara yansıyan gölgelerden biri olarak görürler; kendilerine hakikati bildiren ses/söz de duvardaki gölgelerden birine aittir ve hakikatin mağaranın dışında olduğunu bildirmektedir, ancak kendisi içeride’dir. Dolayısıyla, nihayetinde kendisinin gerçek olmadığını iddia eder durumdadır. Anlayacağınız bir tür görsel Giritli paradoksu vardır ortada: Bütün gölgelerin yalan söylediğini söyleyen bir gölge!
Ramsey’in bu yorumu başka bir açıdan da ilginçtir ve manidardır; çünkü Platon’un mağara alegorisinindeki “duvar”ın aslında dil’e işaret ediyor olabileceğini akla getirir. Öyle ya, biz insanlar bu dünyada belki de –tıpkı Platon’un mağarasındaki insanlar gibi– dilimizin duvar-ekranına yansıyan gölgeleri (adları, kavramları, düşünceleri) seyretmekteyizdir umarsızca ve biz –belki de– yukarıda dil’in fısıldadığı üçüncü manada, düşüncelerimiz üzerinde düşünmekteyizdir sadece. Başka bir ifadeyle, kavramlarımızı imal ettiğimiz dil, dünyayı seyrettiğimiz bir “pencere” değil, bizi dünyamıza ve dünyayı bize kapatan bir “duvar”dır belki de. Varlıkları “kafesleyip” yakalamak için kullandığımız dil, belki de, asıl bizim yakalandığımız ve hapsedildiğimiz bir “kafes”tir. Ya da Nietzsche’nin diliyle söylersek, dil bizim evimiz, ama “tutukevi”mizdir belki de – kim bilebilir?
Modern felsefe aslında bu insan durumu’nun farkındalığıyla başlar, diyebiliriz sanıyorum. Kendisini öncelikle ve sistematik olarak Descartes’ın rasyonalist felsefesinde ifade eden bir farkındalıktır bu. Özellikle de onun cogito’sunda… Yine Ulus Baker’in dikkat çektiği üzere, Descartes’ın cogito’su aslında yeni bir insan tanımıdır: “Dubito, ergo cogito, ergo sum, ergo ego res cogitans… Kuşku duyuyorum, demek ki düşünüyorum, o halde varım, demek ki ben düşünen bir şeyim…” Baker, bunun sadece şu ünlü “insanın akla sahip düşünen bir hayvan olduğu”na dair eski tanıma itiraz olmadığını, aynı zamanda “tanımın tanımı”nda da radikal bir değişiklik önerdiğini ve/veya takdim ettiğini söyler: “İnsan tanımı olarak “düşünüyorum’, eski tanımdaki fikirler zincirlemesinden bambaşka bir ‘zaman’ sürecine bağlanmaktadır –‘hayvan’, ‘insan’ ve ‘akıllı’ fikirleri eskiden bütünüyle birbirleri dışına konularak zincirlenmekteydiler, ‘düşünce zamanı’nı tanımın hiyerarşisi oluşturuyordu. Oysa Descartes’a göre, ‘Kuşku duyuyorum, demek ki düşünüyorum, o halde varım, demek ki ben düşünen bir şeyim…’ gibi bir fikirler zinciri içindeki unsurlar birbirlerine çok farklı türden bir bağlantıyla bağlanırlar: Involutio, yani içsel gerektirme.”
Bu yeni tanımın iki önemli veçhesi olduğu söylenebilir. Birincisi, bu akıl yürütmenin öznesi, aşkın bir makamdan hüküm vermez; sadece, kendi akıl yürütme zincirini kat eder, baştan sona ama tamamen içeriden. Deyiş yerindeyse, kendini bu akıl yürütmeye sıkıca zincirlemiştir. İkincisi, bu özne varlığının dayanağını düşünüyor oluşunda, daha da önemlisi, düşünüyor oluşunun dayanağını da şüphe ediyor oluşunda bulur. Dolayısıyla Descartes’ın cogito’su varlık meselesi muvakkaten dışarıda bırakılarak şöyle formüle edilebilir sanıyorum: Şüphe ediyorum, demek ki düşünüyorum, o halde düşünüyor olduğumdan da şüphe etmeliyim, yoksa düşünüyor olduğumu söyleyemem.
Zaten Descartes’ın çağdaşı olan birçok filozof ve modern felsefenin daha sonraki evrelerinde yaşayan birçok düşünür, onun bu ünlü akıl yürütmesini aynı titizlikle, tekrar tekrar, baştan sona kat edip onun bu zincirin hangi halkasında “şüphe etmek”ten, demek ki “düşünmek”ten yorulup “düşünceleri”ne, yani “kanaatleri”ne, “inançları”na teslim olduğunu tespit etmeye, sorgulamaya çalıştı. Bu şüphesiz uzun ve karmaşık bir hikâye; ancak kestirmeden şu söylenebilir sanırım: Modernite büyük ölçüde Descartes’ın cogito’suyla başladı, onun terennümüyle serpildi ve nihayet onu ezberine aldığı andan itibaren de sınırlarına dayanıp kendi kriziyle karşı karşıya kaldı. Başka bir deyişle, Descartes’ın cogito’sunu bir fiil olarak değil bir fikir, bir ad olarak kendi mağarasının duvarlarında seyre daldığı an, kendi sonunu, daha doğrusu sınırlarını gördü.
Başka bir modern filozof, Heidegger, modernliğin bu derin krizini insanın “varlığı unutuşu” ile ilişkilendirdi ki bunun aslında insanın “düşünmekten” vazgeçişiyle ilgili bir “unutuş” olduğu gayet açıktır. Zira Heidegger, kendi zamanına dek gelen kadim felsefe geleneğinin bizi dünyaya kapayan bir “duvar” haline geldiğinin farkındaydı ve bu sebeple, ısrarla, dünyanın mevcut (present) halinde zaruri ihtiyacın felsefeden çok, teyakkuz halinde bir tefekkür (attentiveness of thought) olduğunu söylüyordu. Şüphesiz Heidegger bütün bunları modernitenin “akşam”ında dile getiriyordu. Gün ışığının henüz tamamen ufku terk etmemiş olduğu bir alacakaranlıkta…
Başka bir modern filozof, Derrida, modernitenin “gece”si tüm heybetiyle üzerimize çöktüğünde, Heidegger’in de artık duvarda seyrettiğimiz gölgeler arasına karıştığını ilan etti. Heidegger felsefenin kendisinin bir “duvar” haline geldiğini söylemişti; Derrida, onun fikriyatının da nihayetinde taşlaşıp o “duvar”ın bir parçası haline geldiğini; hatta zaten baştan itibaren mecburen öyle olduğunu söyledi. Zira Derrida’ya göre, Heidegger’in felsefeye itirazı –nihayetinde– doğası itibarıyla felsefi idi; dahası, onun bu metafizik karşıtı felsefesi dahi mecburen metafizik bir karakter arz ediyordu. Dolayısıyla o da karşı çıktığı filozoflarla aynı yazgıyı paylaşmak durumundaydı. Tıpkı Platon’un filozofu gibi Heidegger de Varlık’a, Öte’ye işaret ediyordu, Hakikat’e…
Oysa insanlar çoktan onun kendisini (yani gölgesini) ya da işaretparmağını (yani kavramlarını) seyre dalmıştı. Ve bu durum, başka şeylerle birlikte bizatihi felsefeyi de mümkün kılan dil’in, insan için –eğer ister ve çaba gösterirse kurtulabileceği– bir “hapishane”değil –ne yaparsa yapsın asla kurtulamayacağı– bir “hüküm” olduğunu gösteriyordu esasında. İnsana giydirilen ve insanın sürdürdüğü bir hüküm… Derrida belki de bu sebeple felsefi bir exodus yolu/yöntemi olarak “yapı-bozum”u önermişti; bir tür kazı sanatı/zanaatı, fakat her halükârda bir tür enkaz bilimi olarak…
Sonra başka bir modern filozof çıktı, Derrida’nın da aynı şekilde…
Ve ilanihaye…
*
Öyleyse artık sadede gelebiliriz. Descartes’ın cogito’su ve onun yazgısı; bir metin, bir kitap için de geçerli midir? Tuhaf gelebilir; ama öyle olduğunu düşünüyorum: Şüphe içinde düşünüp durmuyor ise, bir metnin, bir kitabın var olduğu söylenemez çünkü. Kendi içinde düşünmeyen, içinde sadece düşünceler barındıran bir kitap ya da metin, okurun karşısına geçip seyre dalabileceği bir “duvar”dır, o kadar. Peki ama, bir kitap nasıl düşünür? Yanıt basit: İçinde bir kurt (şüphe = soru işareti) kıpırdanıyor ve onu, okurunun da içine düşürüyorsa, düşürebiliyorsa; içinde anahtarlar değil kilitler barındırıyorsa o kitap düşünüyor demektir.
Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı tam da böyle bir düşünen metindir işte. İçinde hiçbir anahtar yoktur – sol anahtarı bile yoktur. Kilitleri kurcalar sadece – kurulmuş kilitleri yoklar. Düşüncelerin içinden uyuklayarak değil teyakkuz halinde düşünerek geçer ve her halükârda ısrarla “akıntıya karşı” yüzer. “Yara”dan “bıçak”a doğru ilerler. Sınır’ların yeryüzünde, kod’ların kamusal ve mahrem hayatta, ad’ların ve sıfat’ların bedenlerde ve ruhlarda açtığı yaraların izini sürer. Yarayı bıçakla yüzleştirmeye çalışır kısacası. Sınır çizmenin, kod “yazma”nın, ad vermenin içerdiği şiddeti ve vahşeti; medeniyetin ruhuna yerleşmiş barbarlığı açığa çıkarmaya, görünür kılmaya çalışır.
Bu zorlu takipte elbette birçok yazar ve düşünürle yârenlik, yoldaşlık eder Yarabıçak; ancak Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce”sini yol boyunca en sıkı yol arkadaşı edinmiştir kendisine. Düşünmeyi kavram inşa’sı ve aynı zamanda imha’sı olarak gören bu düşünce tarzı; sınırlara, kodlara, adlara, velhasılı her türden düzen ve düzenbazlığa karşı mümkün mertebe etkili ve efsunlu düşünme araçları sağlar çünkü ve kendini yollara vurmuş bir metin için zorlu ama zorunlu bir donanım teşkil eder. Varlıklara, durumlara ve olaylara işaret eden kavramlardan müteşekkil bir donanım değildir bu. Daha ziyade, varlıklara, durumlara ve olaylara –bir kamikaze pilotu gibi– dalıp intihar eden; görevini ifa ettiğinde kendini imha edecek biçimde inşa edilmiş bir kavramsal donanımdır ve bu bakımdan Yarabıçak için elzemdir.
Böyle bir donanımla yola çıkan, yersizyurtsuz “göçebe” bir metin olarak Yarabıçak, ihtilalci değil ihlalci bir politik tavır, sınır tanımayan bir etik –hatta estetik– duruş sergiler. Okuru birlikte yolculuğa çıkmaya çağırmaz; tam tersine, yoldan çıkmaya kışkırtır. Kolunun altında Devlet ve İhtilâl değil, Devlet ve İhlal vardır. Henüz yazılmamış, yazılmayı bekleyen bir kitap…
İhlal… ancak yıkıcı değil kurucu bir ihlaldir bu. Gözünü budaktan sakınmaz; ama bir ihtilalcinin cüretkârlığından çok, bir zanaatkârın zarafeti vardır bu cesaretin ardında. Çizilmiş tüm sınırları, örülmüş tüm duvarları böyle bir cesaretle karşısına alır Yarabıçak ve elindeki çekici tıpkı bir zanaatkâr gibi itinayla kullanır. Bu sebeple, her türden sınır, düzen, düzenek üzerinden can havliyle seken bir kurgusu vardır Yarabıçak’ın.
Düzyazıdan şiire, şiirden öyküye, oradan denemeye göç eyler; sol hareketlerin örgütsel sorunlarından medeniyet tartışmalarına, medeniyetin kıyılarında yaşayan göçebelerin yaşam tarzlarından modern kent insanının iç medeniyet meselelerine, politikanın arzuyla ilişkisinden solculuğun haleti ruhiyesine, edebiyatın edep ve edepsizlikle ilişkisinden erotizmin politikasına uzanan bir yığın meseleye el atar. Ancak bütün bunları ele alır tartışırken dağılmaz; zira aslında tek bir ana tema, daha doğrusu ana soru bütün metni baştan sona kat eder: Göçebe, yersizyurtsuz bir medeniyet mümkün müdür? Başka bir ifadeyle, yerleşik olmayan, insanın içine yerleştiği, kurulduğu değil de, tam tersine insanın içini yer edinmiş, insanın içine kurulmuş başka bir medeniyet mümkün müdür? Yarabıçak’ın –eğer varsa– en bariz kahramanının, daha doğrusu anti-kahramanının Çingeneler, şu “okyanusa akan ırmak suyu içmiş” insanlar olması bu bakımdan oldukça manidardır. Zira onlar, medeniyetlerini içlerinde taşıyan bir toplumun mensubudurlar. Çingeneler –evet, bugün bizim adlandırdığımız ve anladığımız manada– bir “medeni toplum” mensubu değillerdir elbette; ancak bizim gibi, bu “medeni toplum”un “akıllı” kurucusunun oyununa gelecek kadar “saf” da değillerdir işte ve sırf bu yüzden, eğer daha fazla mahvolmak istemiyorsak, onların sınırsız/hudutsuz, devletsiz/bayraksız konargöçer medeniyetinden bir şeyler öğrenmemiz gerekir.
Yarabıçak’ta Ömer Faruk tam da böyle bir öğrenme sürecine kalkışır ve okuru da, yerini yurdunu terk edip bu doğuştan filozof peripatetic’lerin; şu gezgin, yurdu yersizleştirmiş, yersizliği yurt edinmiş bilgelerin peşine takılmaya kışkırtır.
*
Yarabıçak’ta sık sık söz alan Abdûlgaffar el Hayatî, “Sınır önce zihinde oluşur,” demişti. Ömer Faruk, bu “sınır-ötesi” metninde bize, söz verdiği başka bir düşünürün ağzından, “Düşünce, düşünmeye zorlayan ve düşünceye şiddet uygulayan bir şey olmadan bir hiçtir,” diyor ve “düşünmeye iten şey”in “düşünce”nin kendisinden daha önemli olduğunu anımsatıyor. Düşünce’nin düşünme önüne duvar örebileceğinin; düşünme’nin en zayıf anının, tam da insanın düşüncelerini ifade ettiği an olduğunun farkındadır Ömer Faruk ve bu sebeple, Yarabıçak’ta okura düşüncelerini –diyebiliriz ki elindeki bıçağı– değil, düşünme faaliyetini –diyebiliriz ki üzerindeki yaraları– takdim ediyor. Böylece, Rousseau’nun karşılıksız kalmış itiraz/ihlal dileği’ni ve Descartes’ın cogito’sunun unutulmuş “şüphe = düşüncesi”ni sırtlanıp duvarlarda kıpırdayıp duran gölgelere değil, dışarıda akıp giden hayata bakmayı öneriyor.
Jacques Meunier, “gezgin-yazarlar”ı ikiye böldüğümüzde ortaya bir “gezgin” ile bir “yazar” değil, iki yarım “gezgin-yazar” çıkar, demişti. Aynısı Yarabıçak ve onun yazarı için de söylenebilir sanırım. Ya da şu: Yarabıçak’ı böldüğümüzde bir elimizde “yara”, diğerinde “bıçak” kalmaz; sadece elimizdeki yaralar çoğalır – yazı bizatihi bıçaktır çünkü.
Nasıl söylemişti Cemal Süreya:
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve denemenin ucunda yepyeni bir Çingene
Biliyorum, sonu tam böyle değildi bu şiirin, ama bu sunuş’un sonuna yakışmadığı söylenemez.
“Öncelikle pek eşi benzeri olmayan türde bir kitap bu. Hem kurgu hem de kurgu dışı olduğunu söylemek mümkün. Aforizmalarla yüklü siyasi bir roman olarak da değerlendirilebilir, felsefi bir deneme olarak da. Böyle bir kitabın normalde ağır olması, yavaş okunması beklenebilir ama Yarabıçak, ilginç bir şekilde akıcı bir kitap aynı zamanda.”
Yankı Enki & NBSP 12 aralık 2014/Sabah